10 Kasım 2010 Çarşamba

BENİM İÇİN AĞLAMA!



Fethullah Hoca ağlıyor,ağlatıyor!...Önce Kuranı gösteriyor,sonra çocuk gibi ağlıyor,sonra "Kuran yetim!" diye bağırıyor..Sonra dinleyen cemaat haykırmaya,kendini paralamaya başlıyor."Çığlıklarınıza kurban olayım"diyor..Daha çok haykırma sesleri..Arada Kurandan arapça ayetler,sonra Ressulullah hikayeleri..Nedir bu?Toplu bir deşarj olma ritüeli mi?Samimi bir inanç ifadesi mi?Bir günahtan arınma ayini mi?Kim için ağlıyorlar?..Kendileri için mi,yoka kendileri gibi olamayanlar,mesela bizler için mi?..Hoca şimdi Abd'de...28 şubat döneminde kendisine karşı palazlandırılmış kampanya olmasa da şimdilik geri dönmeye niyetli görünmüyor.En sson Hanefi Avcı,onun emniyetteki akıllara zarar gücünü bir kıyamet alameti gibi gündeme getirdi biliyorsunuz.Kimilerine göre ömrünü eğitime ve ülkenin kalkınmasına adamış zararsız bir bilge kişi.Kimilerine göre gün gelip cübbe ve sarığı ile iktidar piramidinin tepesine oturup Türkiyenin çağdaş değerlerine elveda diyecek bir karşıdevrim önderi "Humeyni" olarak tahta çıkarılma olasılığı güçlü bir şeytan....Neden Türkiye'yi avucunda tutacak kadar güçlü olmaya çalışıyor bu adam?.Bu kadar büyük bir güçle niyetlendiği asıl şey ne?..Sadece eğitim,inanç ve iktisadi kalkınma mürşidi ise, bu denli büyük bir güçle işi ne?Niye devlet içinde bir devlet olarak hiç bir sivilin başaramayacağı kadar güçlü bir iktidar ağını koza gibi örüyor?Neden açıkça türban ya da benzeri eylemler yapmak isteyen taraftarlarını susturup,"gün gelecek istediğimiz her şey olacak" vaadi ile yatıştırıyor?

Kime ağlıyor,kimin günahları için gözyaşı döküyor..Ona itikatla bağlı olanlar için mi bizler için mi?Bir gün sadece ağlamakla kalmayıp kendileri gibi düşünüp yaşamak istemeyenleri adam edecek bir nizamın peşinde değilse neden"Kuran sahipsiz!" diye bağırıyor?

Benim için ağlıyorsan ağlama be, adam!..Bana bu kadar acıyoran,benim için savaş naraları atacak kadar çığlık çığlığa elemlere boğuluyorsan,ben yanmışım demektir.Senin kuracağın nizam ve senin sınırlarını çizeceğin anlayış dışına çıkmaya;kendi hayatım üzerinde söz sahibi olmaya hakkım yok demektir.Benim için ağlama!...Çünkü ben bir yetişkinim ve kimse tarafından vesayet altına alınmak istemiyorum.Kendi öz günahlarını bir tarafa bırakıp benim günahlarım için kendini parçalayan insanların bana,kendim olmayan bir hayatı dayatmak ve onu yaşamaya mecbur etmek dışında verebilecekleri bir şey olduğuna inanmıyorum.Tanrı ile aramdaki ilişkiyi kendim düzenlemek istiyorum,aracı istemiyorum.O sahip olduğun muazzam gücün bana zulüm ve cehennemden başka bir şey veremeyeceğini biliyorum.Eğer kendin ve taraftarların için döküyorsan o göz yaşlarını,buna bir itirazım yok..Çünkü o kadar büyük bir iktidar,o kadar bir güç,boğazına kadar günaha batmıştır ve gözyaşları ile yıka yıka temizlenmez...Ama yanlış yapsam bile başkalarının göz yaşı ile temizlenmeyi umacak kadar onuruz olmadığım için o göz yaşlarını reddediyorum.Samimi olsan bile,bu memlekette samimiyetle insan boğazlandığını bildiğim için,senin o samimiyetinden de korkuyorum.Benim için ağlama,istemiyorum!......senden başka bir ihsan da istemem...

9 Kasım 2010 Salı

Bebek ve Yılan..



Videoda bebek zehiri alınmış bir kobra yılanı ile oynuyor.Kobranın saldırganlıkları bebeği ürkütmüyor bile.Hani derler ya,"bebekler korku bilmez" diye,aynen öyle...O yaşta bir bebek,şiddetli gürültü ve patlama seslerinden etkileniyor:Korktuğu için değil,rahatsız olduğu için.Bu nedenle hepimiz korkuyu sonradan öğreniyoruz.Patolojik korkularımızı,mesela fobilerimizi de ebeveynlerimizden öğreniyoruz.Ben eşime şimdiye kadar,çocuğu sürekli "böcek böcek" diye korkutma dedim,ama dinlemedi.Zararlı bulduğu her şeyi böcek diye kodladı çocuğun zihninde.Oğlanda belki böcek fobisi olacak ileride.Oysa böcek de olsa,türümüzün hiç bir bireyi,yaşayan varlıklardan fobi derecesinde nefret etmemeli.Zaman geliyor bu böcek fobisi bilinçaltında evcil hayvanlara karşı bir antipatiye dönüşüyor şeklinde kuşkularım var...

Türkiye'nin Youtube ile sınavı...



Youtube kimsenin beklemediği bir anda açılıverdi..Meğerse Youtube'un kapatılma nedeni olan Atatürk'e hakaret ettiği iddia edilen videolar,TRT arşivinden alınma görüntülerden oluşuyormuş.Bu görüntülerin telif hakkı da bir Alman kuruluşunda bulunuyormuş.O kuruluş telif hakkı ihlali iddiasıyla başvuru yapınca youtube yetkilileri de başvuruyu haklı bulup videoları kaldırmışlar..Yasak da kalkmış böylece..Türkiye Youtube'u,uygar ülkelerde anlaşılması imkansız bir nedenle kapatmıştı.Türkiye,milli yasalarına göre suç teşkil edebilecek her türlü içeriği dünyanın neresinden yüklenmiş olursa olsun kaldırtmak istiyordu.Yani Türkiye,mesela Yunanistan'da yaşayan Yunanlılara bile Atatürk'e hakareti yasaklamak istiyordu!...Şüphesiz Youtube'da yalnız Türkiye için değil dünyanın her ülkesinde suç teşkil edebilecek içerikler var.Buna rağmen,Avrupa'da bizim gibi gerekçelerle youtube kapatılmıyor.Nedeni ise,Youtube'un muazzam bir görsel kütüphane olması,zararlı içeriklerinin üstün kamu yararı karşısında devede kulak kalması.Bizim yetkililerin sandığı gibi yalnızca kedi videolarının paylaşıldığı bir portal değil youtube;arayan bilir...Yok, yoktur orada.Türkiye ise bu muazzam kamu yararını uçkuru düşük politikacıların yaygaracı hassasiyetleri nedeniyle fedaya hazırdır.Fakat Türkiye'nin arzu ettiği sansürcülüğü internette ödünsüz bir şekilde uygulanması için demokrasi ile bağdaşması imkansız yasal önlemler almasıyla mümkün olabilir(Çin gibi,Pakistan gibi...)İşte bu nedenle internet teknolojisi,devletleri içinde suç teşkil edebilecek özgürlüklerin de bulunduğu bir özgürlük anlayışını kabul etmek ya da etmemek gibi bir seçenekle baş başa bırakmaktadır.Bunun ortası yoktur.Türkiye ise bunun ortasını bulmaya çalışmakta:Yani hem medeni dünyanın bir parçası olacak,hem de sansür ve yasakçı zihniyet devam edecek...Ortada kalmak mümkün olmadığı için her seferinde medeni dünyanın dışına savrulmaktadır...

hanimiş de anasının guzusu..



Rosemary'nin Bebeği adlı bir film izlemiştim.Roman Polansky'nin filmiydi..Şeytandan hamile kalan bir kadının öyküsüydü..Kadın işin sonunda şeytan tarafından hamile bırakıldığını anlıyor,ama yine de bağrına basıyordu.(Şeytan da olsa benim yavrııımmm)Doğan bebeğin yüzünü göstermemişti yönetmen filmin sonunda.Herhalde böyle bi şeyle karşılaşacaktık gösterseydi!...

17 Ekim 2010 Pazar

Tarım cennetini asitle yıkayacaklar


Melis ALPHAN 17 Ekim 2010

Manisa Çaldağ’da bir doğa katliamına ramak kaldı.
Önce vakti olmayanlara kısa tarihçe sunalım:
Sardes Nikel Madencilik adlı İngiliz şirket buradan 15 yıl boyunca nikel çıkarmak üzere izinlerini aldı...

Aslının 200’de biri oranında küçüklükte bir pilot tesis kurdu.
Sonra çevreciler ayaklanınca madenin izni iptal edildi.
Bu arada madencilik yasalarında bazı değişiklikler yapıldı. Şirket yatırım için parayı bulduğu an çalışmalara başlayacak.
Sonra ne mi olacak?
Çevrecilerin, akademisyenlerin ve yerel halkın iddiaları doğruysa binlerce, belki de onbinlerce ağaç kesilecek.
Ardından Çaldağ oyulacak.
Çıkarılan toprak milyonlarca ton sülfürik asitle yıkanacak.
En vahimi, bütün bunlar açık havada yapılacak.
Dünyanın en büyük ve verimli yedinci tarım havzası olan Gediz, uzmanların deyimiyle ‘açıkhava kimya işletmesi’ne dönecek.
Cehennem senaryosunu sona sakladım:
“Yer altı suları tükenecek, sülfürik asit bütün bölgenin sularına karışacak ve milyonlarca insan bölgeden göç etmek zorunda kalacak. Ve 15 yıl sonra madenin işi bittiğinde, havza bir otun bile bitmediği bir hal alacak!

İzmir bile boşalır

İTÜ’den Metalurji Yüksek Mühendisi Prof. Dr. İsmail Duman mesaisinin büyük bölümünü bu projeyi durdurmak için harcıyor

Bu madende 15 yıl boyunca ne kadar sülfürik asit kullanılacak?
- 15-18 milyon ton arasında. Bir büyük asit tankeri düşünün, 20 ton asit alır. Başlayın Turgutlu’dan tankerleri birbirinin tamponuna değecek şekilde dizmeye. 800 bin tanker ediyor. Bu 800 bin tankeri Turgutlu’dan geçen 40’ıncı paralel üzerinden Doğu’ya doğru dizin; kuyruk Pekin’i geçiyor, tankerlerin bir kısmı Çin denizine dökülüyor, sığmıyor, bu kadar asit! Ve bu kadar asit açıkta kullanılacak.

Açıkta kullanmak ne demek?
- Oradaki doğayı alıp açıkhava kimya işletmesine çevirmek demek... Kapalı mekanda yapılması lazım. Toprağın içindeki nikeli, kobaltı çözmek için günümüzde bir sürü metot var. Bunların en ilerisi basınçlı kaplarda, kapalı sistemde işlemi yapmak. Düdüklü tencere gibi, 100 derecenin üstünde asitle temas ettiriyorsunuz. Dünyada var bu, Avustralya’da var.

Ne kadarlık bir yatırım yapıp ne kadar kazanacaklar?
- Alacakları malın değeri şu andaki fiyatlarla işe başladıkları zaman 25 milyar doların üzerindeydi. Sonra kriz nedeniyle bu rakam 10 milyara düştü. Şimdi yeniden 20 milyar doları geçti. Kriz tam atlatılırsa, kazançları 35-40 milyar dolara kadar çıkabilir. Kapalı sistem için gereken 5-7 milyar dolarlık yatırımı yapmıyorlar. Aradaki farkı da doğaya ve insana ödetiyorlar. Kazanç özelleştiriliyor, risk kamulaştırılıyor. Şimdiki yatırımları milyar doları bulmuyor.

35-40 milyarlık kazançlarından Türkiye’ye ne kadarını bırakacaklar?
- Türkiye’ye 10 yılda bırakacakları para 163 milyon dolar. Yani Türkiye’nin bir buçuk günlük dış borç faiz ödemesi.

18 milyon ton sülfürik asit nereden sağlanacak?
- Her yıl büyük ihtimalle Güney Amerika’dan, Ant Dağları’ndan 300-330 bin ton kükürt ithal edecekler; kamyonlarla, gemilerle buraya kükürt taşınacak. O kükürt bir fabrikada yakılacak. Kurdukları tek fabrika sülfürik asit fabrikası. Dünyanın ikinci büyük sülfürik asit fabrikasını bir tarım havzasına ve Türkiye’nin en verimli, dünyanın yedinci büyük verimli tarım havzasının orta yerine kurmak, çatınıza yüz ton dinamit depolamak gibi bir şey.

Neden?
- Çünkü en ileri sülfürik asit üretim teknolojilerinde bile binde üç kaçak vardır. 18 milyon ton sülfürik asitte binde üç, korkunç bir miktar. 54 bin ton asit sülfürik asit havaya karışacak. Gediz, sülfürik asidin içindeki kükürte tamamen yabancı bir havza. Burası laterit havza, oksitli topraklar. Hiç kükürt yok bu topraklarda. Bu ekosisteme yabancı bir elementi devasa miktarlarda soktuğunuzda doğal yaşamda öyle bir kırılma olur ki, bir daha geri dönülemez.

Gediz Havzası’nın bereketi nereden geliyor?
- Gediz Havzası, Turgutlu, Manisa, İzmir, Foça ve Menemen ovalarına kadar göl halindeymiş. Bu göl milyonlarca yıl varlığını sürdürmüş, 16 milyon yıl önce de kurumuş. Laterit dediğimiz buranın toprakları, Balkanlar’dan, Sırbistan’dan başlayıp Arnavutluğu geçen, Yunanistan üzerinden Ege Denizi’nin dibini geçip İzmir çizmesinden karaya çıkan, Manisa’da devam eden, Ankara üzerinden bir yay çizip ta Harran Ovası’na kadar giden bir kuşak. Akarsu yatakları bunlar. Bereketi de buradan geliyor.

MACARİSTAN GİBİ KIZIL TEHLİKE RİSKİ

Öngörünüz ne?
- Uşak’ın batısından başlayıp Ege Denizi’ne kadar Gediz Havzası’nda tarım biter. Burası Sultaniye üzümünün, sarı kuru üzümün dünya başkenti. Dünyanın her yerine buradan kuru üzüm ihraç ediliyor. Ve bunun yüzde 85’i açıkta kurutuluyor. Şimdi düşünün, asit taşıyan rüzgar geldi, kurumakta olan üzümün üstüne oturdu. İhraç etmeye kalkarsanız hangi gümrükten geçer? 15 yılın sonuna gelmeden buradan büyük göçler başlayacak. İki milyonun üzerinde bir nüfus bundan etkilenecek.

Havuz sistemi kullanılacağı söyleniyor...
- Havuz sistemi diyorlar, halbuki yapacaklarının altısından dördü yüksek baraj. Ve bunları 45 derece eğimli yamaçlarda yapmaya kalkıyorlar. Havuz dedikleri Uluslararası Yüksek Barajlar Komisyonu’nun kriterlerine göre aslında baraj.

Yani?
- Böyle bir eğimde yapılan baraj o sette ne kadar dayanacak? Projede havuz diye geçen bu yapı aslında baraj, içinde de asitli ve ağır metalli çözelti bulunacak. E burası da deprem bölgesi. Ve 45 derecelik meyillerde yapacaklar bunları. Yapacakları barajların dördünün tepe yüksekliği 17 metreyle 23 metre arası. Ve içlerinde asitli su olacak. Daha yukarıdan sel geldiğinde ya duvarı yıkacak ya da taşırıp aşağı asitli su indirecek. Arkasından sel vurup çamura bulanmış bu yığınları önüne kattığı zaman ne yapar? Asit değdiği yerden geçer. Yağmurla her tarafa yayılır. Ekosistemi değiştirir.

Buradaki doğanın kendini toparlaması kaç yıl alır?
- Yıl mı, kaç yüzyıl mı? Çok yüzyıl alır. Toparlanmaz.

Yığınlara yer açmak için kaç ağaç kesilecek?
- Rakamlarına göre 330 bin ağaç kesilecek. Bu rakamın içinde ne yok biliyor musunuz? 2003’te yapılan sayımda göğüs çapı 8 santimetreden az olan fidanlar ağaç sayılmadı, orman envanterine dahil edilmedi. Yaklaşık iki milyon ağaç kesilebilir.

Macaristan’daki gibi sel riski için nasıl bir önlem alacaklar?
- Etrafını kuşaklayacaklarmış. Dağdan inen seli hangi hendekte kuşaklarsın? 3 metre eninde kanal açıp seli durduracaklarmış. Dünyanın neresinde böyle sel durdurulur?

Suları nasıl etkileyecek bu maden?
- Maden işletmesinin Turgutlu’nun su ihtiyacından daha fazla suya ihtiyacı var. Bergama, Uşak Eşme’den sonra Etem çukurunda da madencilik ruhsatı alındı. İzmir üç yönden çapraz ateşte. İzmir’i besleyen sular Ege topraklarından geçiyor. Böyle devam ederse 10-15 yıl sonra İzmir su nedeniyle terk edilmek zorunda kalabilir.



Nükleer bombadan beter
EDİZ TUNCEL (Yakın Doğu Üniversitesi Öğr. Grv.)

1913’te Lefke’de Kıbrıs Maden Şirketi bakırı ayrıştırmak için açıkhavada sülfürik asit kullandı. İki kilometrelik bir alanda havuzlar kuruldu. Bugün o havuzların hali içler acısı. Bölgede muazzam bir çevre kirliliği yaratıldı. İki kilometrekarelik alan 100 kilometrekarelik bir alanı etkiledi. Oraya bir nükleer bomba atmış olsaydınız o boyutta bir tahribat yaratamazdınız.
Bu madende çalışan insanların hepsi kanserden öldü. Madenin bir numaralı işçisi olan Rum da, iki numaralısı olan dedem de... Dedem kan kanseriydi. Babam da madende çalıştı, periton kanserinden öldü. Dayım bu madende çalıştı. O da oniki parmak ve pankreasta çıkan kanser türünden vefat etti. Komşumuz da aynı şekilde.
Onkoloji merkezinde ölen hastalarla ilgili tutulan defteri incelerken fark ettim ki doğrudan etki alanında olan köylerde ölen insanların hemen hepsi kanserdi. Şu an Kıbrıs’ta en fazla görülen hastalık kan kanseri. Madenin yakınında bir köy var. O köyde ise çok ilginç bir hastalık ortaya çıktı. Bir çeşit kas hastalığı... Sağlıklı insanlar bir anda pelteye dönüyor, kasları erimeye başlıyor, sinir sistemleri iflas ediyor, altı ay geçmeden de ölüyorlar. Herhangi bir tedavi bugüne kadar uygulanabilmiş değil. Oradan ayrılırken maden şirketinin yetkilileri hastalarla ilgili arşiv kayıtlarını alıp gittiler, hastanede de bir şey bırakmadılar.

Ankara’yı yanlış bilgilendirmişler
AYLA YÖNET (Turgutlu TEMA Temsilcisi)

Dört yıldır bunun mücadelesini veriyoruz. İnanıyorum ki Ankara burada olacakların farkında değil, yanlış bilgilendirme olmuş. Mesela ÇED raporunda gölet olarak adı geçen şeylerin dördünün büyük baraj olduğunu öğreniyoruz. Eminim Ankara’dakiler bunu bilseler onay vermezlerdi. Birinci derecede biz Turgutlu’da yaşayanlar etkileneceğiz. Mesela bu sene çok yağmur yağdı ve 2 Şubat’ta köyden biri “Ufak çaplı bir sel oluştu, köyün içinden sular akıyor” diye beni aradı. Ve bu sularda henüz asit falan yok, normal yağmur suları derenin yatağı bozulduğu için, tedbir alınmadığı için köyün içine taştı. Macaristan’daki olayı biliyorsunuz, bütün köyü o kızıl çamur kapladı. Bu Turgutlu’nun değil, Türkiye’nin sorunu, herkesin müdahil olması gerek.

KÖYLÜ ARAZİSİNİ SATTIĞINA PİŞMAN

* Necati Gülkıvrak (Turgutlu Manavlar Odası Başkanı): Şu pazarda gördüğünüz çoğu şeyi satamayacağız. Belki bu üç-beş yıl sonra yavaş yavaş hissedilmeye başlanacak ama 10 yıl sonra bunların hiçbirini pazarda bulamayacaksınız. Bu işin sadece sebze meyve yönü.
* Necip Köken (Turgutlu Tuhafiyeciler Manifaturacılar Odası Başkanı): Bizim toprağımızda her şey yetişiyor. Biz ovayı bahçe olarak kullanırız. Bu madenin zararı yüzde 1500 olur. Buradan göç etmek zorunda kalırız. Hayatın olmadığı yerde hangimiz yaşayabiliriz? Siz şehirde membaa suyu içersiniz, biz onu düşünmeyiz bile. Biz çeşmeden su içeriz. Ama bu maden yapılırsa bırakın çeşme suyu içmeyi, belki hiç su bulamayacağız. Macaristan’daki gibi bir felaket olmayacağının garantisini nasıl verecekler bize?
* Sabri Toker (Elektrikçiler Odası Başkanı/Manisa Esnaf Odaları Başkan Vekili): Sadece Turgutlu’nun meselesi de değil bu, Manisa, Ahmetli, Akhisar, Salihli, bütün bölgeleri etkileyecek bir hadise. Dünyanın 7’nci büyük tarım havzası Gediz ve bu havzayı yok etmek için uğraşıyorlar. Dünyanın en büyük Sultaniye üzüm rezervi burası. Dünyada tüketilen kuru üzümün dörtte üçü buralardan çıkıyor. Biz bu madenden sonra dışarı üzüm satamayız.
* Halil Turgut (Emekli din görevlisi): Bu madeni işleme süreci ileri ülkelerin kullandığı bir yöntem değil. O ilkel yöntem zararı 10’a, 20’ye, 30’a katlayacak. Medeni ülkelerin kullandığı sistemler olursa ne ala. Maden alanlarında yıllarca bir otun bitmediği söyleniyor. Biz geldik geçiyoruz ama gelecek nesil için acı bir sonuç vereceğine eminim.
* Hüseyin Çakı (Sinirli köyü muhtarı): Önceden bir bilgilendirme toplantısı yapılmadı. Maden halk arasında kulaktan kulağa yayıldı. Belediye başkanımız zarar görmeyeceğimizi söyledi. Bizde 5 dönüm yer varsa, Belediye başkanında 1500 dönüm var. En çok zarar göreceklerden biri o. “Arkadaşlar öyle bir zarar görecek olsak ben karşı çıkarım, zarar görmeyeceğiz” deyince zararsız olacağına inandık. Sonradan gerçekleri öğrendik. Burada beş kişi çalışacak diye 500 kişi zarar görmesin.
* Emine Yönet (Ev hanımı): Bütün dünya kovalamış, Turgutlu Ovası’ndakinden daha enayi insan yok mu? O raporları alırken “Bir karınca yaşamıyor. Hayat yok burada” demişler. Ben sizi götüreyim, karıncayı da, tavşanı da görün. Ağaçlar nasıl yaşıyor? Pilot tesisten taşan su köyün içinden akınca kazlar, tavuklar öldü. Bin lira değerindeki toprakları 40’ar bin liraya aldılar. Köylüler 40 milyar para görünce arazilerini sattı. Şimdi “Çapamızı, küreğimizi, av tüfeğimizi alıp, traktörlere mazotları doldurup yolu yakacayacağız, sokmayacağız onları” diyorlar. Daha önceden anlatılmadı onlara çünkü. Pişmanlar.
http://www.hurriyet.com.tr/pazar/16060707.asp?gid=373

2 Ekim 2010 Cumartesi

FATMA GÜLÜN SUÇU NEYMİŞ?



Son zamanlarda internette bir muhabbet dolaşıyor.Fatmagül’ün suçu daha önce Bihter olması imiş meğerse…Yani kocasını yakışıklı yeğeni ile sürekli boynuzlayarak seyirciyi acayip tahrik etmiş,özellikle namuslu ve gözü tok türk erkeklerinde şiddetli saldırgan dürtülere yol açmış vesselam.İlginç bir görüş bu,Freud’a göz kırpıyor ve insanı güldürdüğü kadar ciddiye de alınmayı da hak edecek cinsten.Fakat bence Fatmagül’ün,daha doğrusu Fatmagül dizisinin suçu çok.Bir defa bir tecavüz olayını sonuna kadar sömüreceği için.Gerçek suçu ve suça neden olan toplumsal ortamı gizleyerek,saldırıya uğrayan bir kadını kader kurbanı diye sunacağı için.Saat dokuzda başlayıp onikiye kadar süreceği,reklamları ile seyircilere defalarca tecavüz edeceği için.Bitmesi gereken süreden en az üç dört yıl sonra biteceği için.Ezenler ve ezilenler denklemi yerine sonsuz iyiler ve sonsuz kötüler aldatmacası koyup insanları uyutacağı için.Zenginleri kötülüyormuş gibi yapıp onların lüks içindeki yaşantısını fetişleştirerek zenginliğe ve güce hayranlığı artıracağı için.Orjinali olan filmi deforme edip çarpıtarak özüne ihanet edeceği için…Daha sayayım mı?Neyse ara sıra göz atar şimdi unuttuklarımı yeri geldikçe yazarım

25 YIL SONRA YENİDEN DOLAŞIMA GİREN BİR ÖYKÜ



Bir zamanlar bir mizah öyküsü okumuştum Gırgır’da,Oğuz Arallı yıllarda..Ne gülmüş,ne gülmüştüm!...Amatör bir yazar tarafından yazılmıştı.Askerlikte dayak atılması meselesini gündeme getiriyordu.Genç bir adam askere gidiyor.Bu genç adamın sivil yaşamındaki muzip bir arkadaşı,ona mektup yazıyor.Başını oldukça derde sokan bir mektup.Sanki genç adam o arkadaşına askerlikteki koşulladan,çavuşundan,yediği dayaklardan dert yanıyormuş gibi..Eh askerlerin eline geçmeden bu mektuplar rütbeliler tarafından okunduğu için,bir ton sopa yiyor çavuşundan.Sonra bu genç arkadaşına mektup yazıyor,bu tür mektuplar göndermemesini istiyor,onun yüzünden çavuştan dayak yediğini anlatıyor.Fakat arkadaşı çavuşa ve rütbelilere sövüp sayıyormuş gibi bir cevap yazıyor,genç askerin başı daha da büyük bir derde giriyor.Yeniden mektup yazıyor,sövüyor sayıyor,bunu yapmaması için yalvar yakar oluyor.Nafile..Yine başını fena halde derde sokacak bir mektup daha geliyor.Fena dayak yiyip revire düşen genç adam,arkadaşından intikam almak için firar ediyor…İşte bu son derece komik öyküyü birileri unutmamış benim gibi,yeni versiyonunu yazıp internette dolaşıma sokmuşlar..Eh gerçekten iyi yapılmış şeyler unutulmuyor işte,bir şekilde aktarılıyor kuşaktan kuşağa..Bu arada bu hikayenin,Ordunun Ergenekon soruşturması nedeniyle bir hayli prestij kaybı yaşadığı bu günlerde gündeme gelmesinin tesadüf olup olmayacağını da düşünmeden edemedim.Keşke bu,toplumda bundan sonra esecek antimilitarist reform rüzgarlarının bir habercisi olsa…Nerede?

LADY GAGA VE İĞRENÇ KOSTÜMÜ



Lady Gaga adlı Amerikalı pop şarkıcısını şarkıları nedeniyle değil gündeme geldiği bir olay nedeniyle işittim.MTV müzik ödülleri törenine çiğ etten yapılmış bir kostümle çıkmış.Bu davranışı ile büyük tepki toplamış,ama bu olay nedeniyle benim kadar ilgisiz kişilerin bile adını duymasını sağlamış işte.Facebookta en çok tıklanan hayran sayfalarından birine sahip.Michael Jackson’la yarışıyor neredeyse.Çiğ etten kostüm yapmak ne denli mide bulandırıcı bir davranış farkında mısınız?Ne demek istemiş acaba bu saçmalığı ile?Kendini bir yiyecek olarak mı sunmak istemiş?Oysa düpedüz midesini bulandırırinsanın,başka bir işe yaramaz etten kostüm.Belki de itici olmanın ilgi çekmenin değişik bir yolu olduğunu düşünmüştür.Belki de et yemeyen,etten tiksinen bir vajetaryendir.Ya da kendine karşı beslenen onca hayranlıktan duyduğu bilinçdışı tiksintinin güdülediği bir saldırganca davranıştır bu.Bir eti,ait olduğu bağlamdan,yani yemek sofrası ya da şarküteri tezgahından koparıp alışılmadık bir bağlamda,örneğin makyaj takımları ile sunmak,insanda ete karşı tiksinti yaratıyor.Böyle varsayımlar üretiyorum,ama korkarım Lady Gaga gibiler,benim sandığımdan daha iğrenç,daha ahmakça bir kafa yapısına sahipler…

SAVUNMA ÇİZGİSİ Mİ?SAVUNMA ALANI MI?



Hikayeyi biliyoruz.Atatürk işgal güçlerine karşı bir savunma çizgisi oluşturulmasını savunanlara karşı”Hat-ı müdafaa yoktur,sath-ı müdafaa vardır;o satıh bütün vatandır” diyerek karşı çıkmıştı.Laikliği tekeline almış görünen CHP,Atatürk’ün kurtuluş savaşındaki ana fikrini laiklik kavramına uyarlardı.Laikliği savunmak adına savunma çizgisi değil,savunma alanı fikrini benimsedi bu güne kadar.Yani laikliğe aykırılık şüphesi bulunan her hareketin üzerine şiddetli bir şekilde gidilmeliydi bu fikre göre.Örneğin üniversitelerde türban serbestisi getirmek,demokratik bir hakkın verilmesi değil,laik rejimi değiştirme planının bir parçası idi bu yaklaşıma göre.Böyle bir laiklik anlayışının kimin ekmeğine yağ sürdüğü artık çok açık durumda.CHP çekile çekile sıcak denizlere çekildi,Atatürk’ün “ordular,ilk hedefiniz Akdenizdir,ileri!” sözünü ironik bir şekilde anımsatırcasına.Şimdi ise Kılıçdaroğlu’nun önderliğindeki CHP,türban konusunda değişiklik yapılması gerektiğini savunarak bu yanlış yoldan geri dönmeye çalışıyor gibi.
Fakat bu yeterli değil.CHP’de bir zihniyet değişimi gerekli.Demokrasi konusunda da,laiklik konusunda da,saldırgan değil,savunmacı bir anlayış benimsemek zorundadır CHP.Onların laiklik anlayışı saldırgandır,laiklik,nerede bir laiklik karşıtı oluşumun şüphesi varsa onu bastırmak değildir.Bu olsa olsa laiklik düşmanlarının ekmeğine yağ sürer.Atatürk’ün savaş zamanları için ileri sürdüğü doktrin,barış zamanları için geçerli değildir.Demokrasi saldırgan olamaz,savunmacı olmak zorundadır.Doğal olarak mücadele alanı değil mücadele çizgisi oluşturulur demokrasilerde(hattı müdafaa)Kırmızı çizgiler oluşturulur ve bütün savunma güçleri bu kırmızı çizgilerin arkasına yığılır.Başörtüsü konusunda kırmızı çizgiler temel eğitimdir.Örneğin iktidar partisi ilkokullarda ve liselerde örtünme serbestisi getirmeye kalkarsa bütün demokratik güçler,bu karşı devrimci çabaya karşı seferber edilir.Böyle bir savunma çizgisi oluşturulmazsa,gerçeğin yerini niyet okuyuculuk alır;karşıt güçlerin eylem ve davranışları ile değil,gizli niyet ve planları ile mücadele edildiğinden demokrasinin yerini totaliterizm alır…
Fakat sahiller ve plajlar partisi CHP’de böyle bir zihniyet değişimi,Kılıçdaroğlu’nun atağına rağmen pek de mümkün görünmüyor.O sebeple CHP dışında gerçek bir sol varsa,sosyalist ve antimilitarist bir sol,işte bu sol benimsemelidir mücadele çizgisi stratejisini.Laikliği CHP’nin tekelinden kurtarmanın şimdilik en mümkün yolu budur. Zaten bana kalırsa her türlü sivil özgürlüğün teminatı ve asgari koşulu olan laikliği savunmanın şimdiye kadar CHP’nin tekelinde olması,bu topraklarda laiklik kavramının başına gelmiş en büyük felakettir kanımca..

30 Eylül 2010 Perşembe

Türkiye Doğu İle Batı Arasında Bir Köprü müdür?




Üçüncü boğaz köprüsü tartışmaları devam ederken,o çok beylik sual tırnaklayıp duruyor kafamı..Türkiye Batı Medeniyeti ile İslam Dünyası arasında bir köprü mü?Hep öyle söylenir ya..Türkiye bir yüzünü Batıya dönmesi ile,köklerininse doğuda olması nedeniyle doğal bir köprü vazifesi görüyormuş falan,feşmekan..Oysa köprü,süs olsun diye değil,gelip geçişler olsun diye yapılır.11 eylül saldırılarından beri sürekli tırmanan doğu batı gerginliği gösteriyor ki,batı dünyası ile islam alemi sevmiyorlar birbirlerini..Kaynaşma yeni sentetik kültürel yapılar,formlar oluşturma gibi dertleri yok iki tarafın da.Batı,islam dünyasını dünyevi yaşama kültürünü ve kamusal özgürlükleri tehdit ettiği için sevmiyor,doğu ise özellikle cinsel konulardaki gevşek batı ahlak anlayışını,ahlaki yozlaşma ve tehdit olarak görüyor.Bu şartlarda Türkiye köprü olabilir mi?Olsa olsa köprü değil sınırları sağlamlaştırma vazifesi görebiliriz.Yani kaza ile ya da bilerek,gidiş gelişler mümkün olduğunca az olsun diye her yer mayın ve gizli tuzaklarla döşenmiş bir araziyiz bence,köprü olmak bir yana..Bu topraklar,doğu ve batı medeniyetinin buluştuğu değil savaştığı,şüphenin,gizli niyet okuyuculuğunun,kinin ve dışlamanın diyarıdır.Bu böyle gelmiştir ve korkarım uzun süre de böyle devam edecektir.

Hanefi Avcı Kimmiş?

Facebookta Birgün gazetesinin bana gönderdiği bir mesajda tepkiler ve şikayetler nedeniyle Hanefi Avcı'nın "Haliçte Yaşayan Simonlar" adlı kitabının reklamının kaldırıldığı duyurusu vardı.Fethullahçı Methullahçı olmadıklarına göre,bu solcuların bu adamla ne alıp veremedikleri vardı?Eh ben solcu geçinirim hep,ama gerçek bir solcu gibi egemen güçlerin hışmına uğrayıp işkence ve cezaevi görmüş biri olmadığımdan,Hanefi Avcı gibi isimlere anında öfke duyacak aşinalığım yok.Meğer 12 eylül dönemi işkenceci polislerinden biriymiş bu adam.Mersin'de bir karakolda onlarca devrimciye işkence yapmış.Hatta uzun yıllar sonra cesedi kimsesizler mezarlığında bulunan bir devrimcinin gözaltında öldürülmesinden sorumlu tutuluyormuş.Zaten o dönemlerde işkenceden geçen devrimcilere gözaltında öldürülen devrimcinin ayakkabılarını gösterip,"konuşmazsanız sizin de sonunuz onunki gibi olacak" diyormuş.Şimdi ise böylesi canavarların kitaplarından Türkiye gerçeklerini öğrenmemiz isteniyor.Bunların kimlerin ve nelerin mezarı üzerinde tepiştiklerini öğrenmeye çalışmak daha gerçekçi bir Türkiye profiline götürmez mi bizleri?

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=1021456&Date=30.09.2010&CategoryID=77

GAZETE OKUMAK DÜNYAYI ANLAMAYA YARDIM EDER Mİ?

Toprağa dair bilgisine hep hayran olduğum bir arkadaş var,benim gibi bolca gazete,dergi,kitap okuyarak dünyayı anlamaya çalışan biri değil.Muhtemelen çok okumanın beyhude olduğunu düşünüyor."Ne okuyorsun gene" dedi,Hanefi Avcı ile ilgili son haberleri okuduğumu görünce dudak büktü.Sanki bana" o kadar zamandır okuyorsun,anladığın ne?" diye soruyormuş gibi geldi..Böyle bir soru yöneltmiş gibi kafamdakilerti sıralamaya başladım.Çok küçük yaşlardan beri gazete dergi okuyordum,bazı konuları ciddiye alıp işin özünü kavramak için kitap da okuyordum.Asla tam olarak anlayamadım dünyayı.Ne için kavga ediyorlar,neyin mücadelesidir bu,kim haklı kim haksız,ezen kim ezilen kim?Şüphesiz ahkam kesme yarışması düzenlendiği zaman,herşeyi bilmesem de çok çok önemli şeyler biliyormuşum ayaklarına yatarım.Ama samimiyetle gerçek hakkında ne biliyorum ki?Hiç.Koskocaman hiç.Aslında herkesin kendi çıkarına göre kesip biçtiği,yüzsüzlüğün ve taşkınlığın sınır tanımadığı,haset ve öfkenin gözleri kör eden dumana boğduğu,karanlık güçlerin kendini gizlemekte bunca başarı sağladığı bir dünyada kim hakikati bilebilir?Kim kavrayabilir işin özünü?Bilgi dedikleri ukalalıktır,kendini beğenmişliktir,ya da hokkabazlıktır..En azından bu gerçeği biliyorum diyeceğim ama bunların patenti de ta Antik yunan dünyasında alınmıştı:))

26 Temmuz 2010 Pazartesi

YENİ BİR HAYAT MÜMKÜN MÜ?



Unutamadığınız,defalarca izlediğiniz halde yeniden izlemek isteyeceğiniz filmler mutlaka vardır.Benim de bu tür favori filmlerimden biri "Yeni Hayat / Cast Away.Çağdaş bir "Robenson Crouse" hikayesi anlatılır filmde.Tom Hanks'ın canlandırdığı esas oğlan Chuck Noland,büyük bir Amerikan şirketinde çalışan,dünyanın her yerine sürekli iş uçuşları yapan,iş ve özel yaşamını santimi santimine planlayan,bilgisayar başından ayrılmayan bir "yankee".Bu adam birgün bir uçak kazasından,sanki sağ kalmasını isteyen ilahi gücün bahşettiği büyük şans sayesinde sağ salim kurtuluyor,ama düştüğü yer Fiji yakınlarında uygarlık namına hiç birşeyin olmadığı,insansız bir ıssız ada...Heyecanlı bir robenson hikayesi izleyeceğimizi sanırken,adamımızın tarifi zor trajedisine tanık oluyoruz film boyunca.Öyle bir hüzün kaplıyor ki insanın ruhunu,film bittikten sonra da bu hüznün etkisi, bir hayalet gibi geliyor...Bir ıssız adada yaşamanın ne denli çetin,ne denli ürkütücü olabileceği fikri üzerine inşa ediyor film hikayesini...Robenson'un kahramanca ıssız ada serüveninin imkansız bir fantezi olduğunu çabucak kavramanızı sağlıyor film.Bu noktadan sonra ıssız ada,bugünkü tüketim kültürü ile sürekli örtbas edilmeye çalışılan modern insanın bütün zavallı yönlerinin bir aynası olup çıkıyor.Öyle ki,filmin başlarında o züppe hali nedeniyle özdeşim kurmakta zorlanacağınız esas oğlan ile kendi öykünüz anlatılıyormuş gibi bir özdeşim kuruyorsunuz...
Sığındığı mağaranın korkunçluğu ve tekinsizliği,değme gerilim filmlerinde eşine rastlanabilecek bir gerilim atmosferine sokuyor sizi...Bir hindistan cevizini delip içindeki sütün içilmesinin doğa şartlarında ne denli zor olduğu,sizin yaşadığınız büyük bir zorluk oluveriyor.Wilson adını verdiği futbol topu ile kurduğu "dosluk", tüketim kültüründe insan eşya ilişkisinin trajikomik bir simgesine dönüşüveriyor...Kahramanın en büyük zaferi,günlerce ağaçları birbirine sürterek ateş yakmayı başarması bile bir sonraki sahnede acınası birşey olup çıkıyor:Adamımız ateş yakmaya muvaffak olmasını zafer çığlıkları ile kutluyor,ama bir sonraki sahnede bakıyorsunuz,aradan yıllar geçmiş,upuzun saçları ve sakalları ile tam bir münzeviye dönüşmüş adamımız,denizde tuttuğu küçük balıkları çiğ çiğ yiyor..İnsanlık tarihinin dönüm noktası ateş,o kutsal varlık da fazlaca işine yaramamaktadır orada!...
Oysa Robenson,kendi ıssız adasında adeta uygarlık tarihini yeniden kuruyordu kaldığı süre boyunca.Fakat Robenson'un derdi de aslında bir ıssız ada fantezisi anlatma derdinden farklıydı.İncildeki Yunus Peygamberin öyküsünü uyarlamıştı Robenson'da Daniel Defoe..Muhterisliği yüzünden Tanrı tarafından cezalandırılıp,çalışmanın ve şükretmenin erdemleri sayesinde Tanrı tarafından eğitildiği Yunus Peygamberin hikayesini...Bunu yaparken,çalışmanın en büyük erdem sayıldığı prüten ahlak yüceltiliyor ve bu ahlak, doğa üzerinde insanın kazandığı bir zafere dönüştürülüyordu.Ya "Cast Away" da anlatılan Chuck'un hikayesi..Orada anlatılan aslında düpedüz Robenson'un hikayesidir.Yarattığı sözde uygarlık ile tüketim nesneleri nesneleri ile gizlenmeye çalışılan Robensonm'un günümüzdeki o zavallı,paramparça olmuş,yalnızlığa,kırılganlığa ve bir çeşit münzeviliğe itilmiş içler acısı hikayesi...Onun düştüğü durum, aslında bizim düştüğümüz sefil durum..Yalanlar ve safsatalardan oluşmuş sis tabakasının aralanıp içindeki trajik gerçeğimizin gösterildiği bir hikaye "Yeni Hayat".Bu denli güçlü ve etkileyici olmasının nedeni bunlar,yanılmıyorsam...

25 Temmuz 2010 Pazar

AYLAKLIK ÜZERİNE...


Yıllık iznimi kullanmak için bazı planlarım vardı,ama o planlar bir şekilde yatınca,ben de "yattım!"Aylaklık ediyorum bol,bol...hiç birşey yapmadan,daha doğrusu webi saymazsak insanların içine pek çıkmadan geçiriyorum "tatilimi"..İnsanların dünyasına küsüp dağların kuytuluklarına,mağaraların gizliliğine sığınmış bir münzevi gibi...Bazen kendimi bu denli tembelliğe vurduğum için kızıyorum,ama kimbilir belki de şu an için ihtiyacım olan asıl şey budur..
Bazı insanlar,sürekli insanlarla etle tırnak gibi içiçe yaşamanın sürekli düşünü kurup dursalar da,münzevi yaradılışlıdır onlar,benim gibi..Onları kuytu bir köşede belli belirsizfısıldayan evrenin uğultusu kendine çeker..Kitap okuyanı,çok derin sorunlarla ilgileneni çoktur,ama çoğunlukla tembellik ruhlarına baskın gelip sindirir onları...Varolmak için sürekli yeni şeyler öğrenmek,üretmek,kabuk değiştiren bir yengeç gibi kendilerini yenilemek hoş gelse de kulaklarına,binlerce yıl ömür süreceklermiş gibi bir tembelliğe vurmak daha çekicidir onlar için...
Neden öyle olmasın ki?Yaşam bir takım zorunluluklar dayastıyor,toplum her insana beraber yaşamanın bedeli bir şekilde ödetiyor,görev ve sorumluluklara göre bir yaşama çizgisi tutturmak insan hayatını boydan boya kaplarken,ne zaman kendisi için varolmak adına bir şeyler yapmaya kalksa kişi,hayat sanki söz birliği etmiş gibi dönüvermiyor mu sırtını?..Tembellik aslında kendisi için varolduğu bir hayatı sürememenin itirafıdır.Kendisine ait olmadığını düşündüğü bir zamanı,ekonominin bütün gereklerine inat bir şekilde sarf ederek bir şekilde intikam alır tembel insan...Hayatın sürekli plan yaparak maksimize edilebileceği gerçeğine meydan okumak,kısıtlı ve baskı altında tutulan bir hayata kafa tutmaktır...

BİLİM VE FELSEFE


Hepimizin kafasına takılan sorunlar..Tanrının olup olmadığı,ruhun varolup olmadığı,ölümün son olup olmadığı...Yerleşik din,bu sorulara hazır çözümler sunuyor;ama insan aklının bir türlü ikna olamadığı o kadar çok açık nokta kalıyor ki,din,yapısı gereği, bu sorulara kesin yanıtlar verme iddiasına rağmen, tartışmaları sonlandırabilecek bir yetkinlikte olmadığından,bu tür soruları yasaklayarak açıklarını kapatmaya çalışıyor.Geçmiş tarım kültürüne dayalı toplumlarda dinin toplumda kurduğu hegemonya sayesinde bu tartışmaları sonlandırabilme imkanına sahipken,günümüz dünyasında bu artık pek olası görünmüyor...
Bilim modern yüzyıllar boyunca insan aklına takılan her sorunun mantıklı ve ikna edici bir cevabını verebileceğini iddia etti,etmekle kalmadı,doğru ve güvenilir bilgi sağlama konusunda aklın her türlü imkanını maksimize etti.Fakat her yetkin bilim adamının sonunda itiraf etmek zorunda kaldığı bir gerçek var:İnsan aklına takılan o en derin sorular,her türlü koşulda bilimsel olarak ele alınabilecek sorunlar değildir.Bu soruların bir de etik boyutu vardır.Sözgelimi "Tanrının olup olmadığı" sorunu aynı zamanda Tanrı gerekli midir,değil midir biçiminde formüle edilebilir.Bu şekilde yapılacak bir formülasyon ile sorun,doğa bilimlerinin sorunu olmaktan uzaklaşır,etiğin konusu haline gelir..Ve atomları, molekülleri,ya da evrimsel zorunlulukları bir tarafa bırakıp,hiyerarşinin en üstünde tanrının yer aldığı bir dünyanın anlamlı ya da adil olup olmadığı,ya da insan yaşamına değer katıp katmadığını tartışmak zorunda kalırız..Elbette bu,meselelerin bilimsel boyutunu göz ardı etmemizi gerektirmez..Bu meselenin farkına varan İngiliz düşünür Helbert Spenser,din ve bilimin sorgulama alanlarını iki farklı evrene ait alanlar olduğunu düşünmüş,din ve bilimin aynı başlıklar altında tartışılmamasını istemişti..
Nietsche olsun,Dostoyevski olsun,meselenin bilimsel boyutunu bir kenara bırakıp,bu sorunu salt bir etik sorun gibi tartıştılar,farklı sonuçlara ulaşsalar da...
Günümüzde bunun pratik bir önemi var mı?Galiba nasıl ki dinin bilimsel araştırma üzerinde kurduğu hegemonyanın bütün olumsuz sonuçlarını insanlık tarihi gördü ise,bilimin de din üzerinde hegemonya kurmasının insan yaşamını kısırlaştıran sığ bir pozitivizme sürüklediği yeterince görülüyor.Din ve bilim arasında bir uzlaşma sağlamak şimdilik pek mümkün olmadığından,Spenser'in vurguladığı bu ayrımı(epistemolojik dualizmi)muhafaza etmek gerekli...

8 Haziran 2010 Salı

flüt ve Lir

Rivayete göre Kırların Tanrısı Pan,Güneş Tanrısı Apollon’a kafa tutup onunla yarışmak istemiş:Yarı keçi yarı insan görünümlü Pan,flütü ile Apollon’un lirinden daha güzel sesler çıkardığı,daha güzel müzik yaptığı iddiasındaymış.Kibirli Apollon pek sinirlenmiş Pan’ın meydan okumasına.Ona bir güzel ders vermek için yarışma önerisini kabul etmiş.Hakem olarak Dağ tanrısı Tmolos seçilmiş.O sırada oradan geçmekte olan, sıradan,kaba saba Frigya kralı Midas,Keçi ayaklı Pan’ın müzikte daha iyi olduğunu söyleyince çok öfkelenmiş Apollon.Gerçi Tmolos Apollonbirinci seçmiş ama Pan’ın flütünü beğendiğini söyleyen Midas’ı cezalandırmayı kafasına koymuş Apollon;Midas’ın kulaklarını eşek kulağına çevirmiş.

Müzik zevkimizi paylaşmayanları Midas gibi eşek kulaklı ilan eden bir elitist ya da snob yanımız vardır çoğumuzun.Her toplumun bir seçkin müziğinin karşısında seçkinlerin hor gördüğü popüler bir müzik vardır.Bunun son derece doğal birşey olduğunu düşünürüz.Ama aslında Apollon ve Pan’ın hikayesinde su katılmamış müzik zevkinin dışında neler var neler.Apollon kozmopolit greklerin tanrısıdır,Pan sonradan Yunan Tanrılar ailesine katılmıştır.Muhtemelen darmadağın edilip üzerinde hegemonya kurulmuş bir halkın tanrısı idi Pan.Şehirli değil taşralı,köylerde yaşayan ya da göçebe yaşayıp koyun otlatan bir halkın.Onları mağlup edenler başlarda küçümsemişler,kendi kültürlerine entegre olsun istememişler,fakat zamanla onların tanrısına olimposta bir paye verip kendi kültürlerine dahil etmişler.elbette bu halka ikinci sınıf insan muamelesi yapmaktan vazgeçmemişler.Midas’ın hikayesi katışıksız müzik zevklerinin kasrşılaştırılmasının değil,seçkin bir halkın taşralı bir halkı küçük görmesinin hikayesi aslında.

Gerçi bu öne sürdüğüm iddialar tartışmasız tarihsel delillere değil bir takım tahmin ve akıl yürütmelerime dayanıyor.Ama akla yakın olmadığını kim söyleyebilir?..Yoksa bunun Güngör Dilmen’in değil tarihsel,mitolojik gerçeklerle bile ilgisi olmayan bir oyunu olduğunu mu düşünüyorsunuz?

İyi müziği iyi yapan,kötü müziği kötü yapan ölçüt nedir*Bir müzik daha fazla karmaşık,daha derin,daha teknik,öğrenilmesi ve icrası için eğitim isteyen niteliklere sahip olunca mı iyi müzik,üstün müzik oluyor?..Klasik batı müziği en iyisi midir mesela?..Günümüzde caz müziği kasik müzikle eşdeğer bir saygınlıkta ama ilk ortaya çıktığında caz müziğini bir çok seçkin müziğin yozlaşması olarak görmüş yerden yere vurmuştu.

Karmaşık ve derin olan müziğin daima en iyi müzik olduğundan kuşkuluyum.İyi müzik bana göre yerleşik kanaatleri sarsmış olan müziktir.Örneğin basit olmakla birlikte öylesine güçlü şarkılar türküler vardır ki,bunlar kendimizi ifade etmenin bir aracı olarak,hislerimizin tercümanı ve içsel yaşantılarımızın simgesel ifadesi olma yolunda o karmaşık ve derin yapılı müziklerden daha önemli roller oynarlar.Basit ama öyle muhteşem bir müzik olabilir ki bu,adeta doğanın mucizevi bir sürprizi gibidirler. Müzik dediğimiz şeyin kökeninde acı içinde yenilgiye uğramış kabile mensuplarının çığlıkları olduğu söylenmektedir.İşte en iyi müzikler bu en eski acı çığlığı bir kez daha üretmiş müziklerdir..

Şimdi

Şimdi yaşadığımızı  tümüyle gerçek,somut,akla ve insanlığın doğasına uygun sanıyoruz.Oysa şimdi,burada olduğumuz ve şu anı yaşadığımız o kadar yadsınamaz ve tartışmasız bir gerçek değil.Gerçek olsa idi kimse kuşkulanmazdı hakikatimiz diye sunduğumuz şeylerden.Somut olsa idi,ihtiyacımız olan ne ise bizimle kalır,nankör bir sabun gibi kayıp gitmezdi.Akla uygun olsa idi,herkes bizim kadar mantıklı bulurdu aklımıza eseni.İnsanın doğasına uygun olsa hayalini kurduklarımız,  gerçek dünyada yerini almak için onca dolambaçlı yollar izlemezdi.

7 Haziran 2010 Pazartesi

GİZLİ KAMERA ADALETİ!…

Türkiyede reel enflasyonun çok yüksek olduğu Özallı yıllarda ortaya çıkan çek senet mafyası için “Adalet dağıtıcılar” diyenler vardı.Bu görüşte olanların fikirlerine göre enflasyon nedeni ile borçlunun lehine işleyen süreci çek senet mafyası tersine çevirip adaleti sağlıyordu.Enflasyon nedeniyle geç ifa edilen alacak reel olarak küçülüyor,dolayısıyla alacaklının yasal yollara başvurması,adaletin gecikmesi nedeniyle işe yaramıyordu.Çek senet mafyası mensupları borçluyu cebir,şantaj ve tehditle borcunu zamanında ödemeye mecbur ederek yasadışı yöntemlerle de olsa adaletin tecelli etmesini sağlıyorlardı.

Her ne kadar bu tür “tahsilat mekanizmasının” işleyişi yeterince deşildiğinde topluma ve ülkeye ne ağır bir bedel ödetildiği anlaşılacak olsa da(muhtemelen devletin mafyalaşmasının temeline çek senet mafyası döneminde harçlar konuldu),bu görüş tümüyle tutarsız ya da mantıktan yoksun değildir.Gereği gibi işlemeyen adaletin yıkıcı sonuçlarına karşı icad edilen yasadışı yöntemler,yasaların himayesinden mahrum olanları büsbütün korumasız bırakmaz.

Hatırlarsak Deniz Baykal’ın AKP iktidarına karşı en sık dillendirdiği eleştirilerden birisi,telefonların sürekli dinlenmesi,iktidar partisinin devasa bir telekulak gibi önemli mevkide bulunan herkesi dinlemeye aldığı iddialarıydı.Sonra malum gizli kamera görüntüleri internette patlak verince Baykal’ın gizli ilişkisi ortaya çıktı.Önceleri montaj olduğunu,iktidar partisinin bir komplosu olduğunu söyleyen Baykal,kısa sürede pes edip parti liderliğinden istifa ediperek yerini Kılıçdaroğlu’na bırakmaya razı oldu.Şimdilerde derin bir sessizliğe gömülmüş görünüyor.Meselenin arkasında nasıl bir şantaj mekanizması olduğunu tahmin etmek güç değil.Baykal eğer videonun montaj olduğu yaygarasına devam etseydi,yeni kasetlerin ortaya çıkması,şimdikine rahmet okutacak skandal görüntülerin patlak vermesi uzun sürmeyecekti.Şantajcıların elleri çok güçlü olmalı idi ki,sustu Baykal.Görünüşe bakılırsa Baykal’ın parti liderliğinin devamını istemeyenlerin komplosu idi bu.Ancak öyle görünüyor ki şantajcılar,parti yönetiminin Mustafa Sarıgül’ün eline geçmesini de istemiyorlardı.

Baykal’ın antidemokratik bir iç tüzük sayesinde parti içinde kendisine sarsılamaz bir konum elde ettiği söyleniyor.Fakat şantaj ve izlenmeye karşı içtüzüğün de işe yaramayacağı görülmüş oldu.

İktidar partisinin bir komplosu olmadığı çok açık görünse de,bugünkü iktidarın başta telefon dinleme ve gizli kamera kayıtları olmak üzere,iktidardaki gücünü kullanarak muhaliflerine karşı zamanı geldiğinde şantaj olarak kullanabileceği çok önemli fişlemeler yaptığı aşikar.AKP’ye en çok zarar vermiş olanlar,ordu içindeki kimi odaklar,bürokrasinin bir kısmı ve yargı mensuplarıydı.İşin ironik tarafı,bu kesimler sürekli fişlemeler yapan,kayıtlar toplayan,gizli görüntüler elde eden kesimlerdi.Bir zamanlar öyle güçlü görünüyorlardı ki,AKP’ye tehdit ve şantajları ile nefes aldırmıyorlardı.Sözüm ona parlementoda elde ettikleri büyük çoğunluk gücünü kullandırmayarak,takiyyeci dinci bu güruhun fanteziye kaçmasını engelleyeceklerdi.Fakat silahları kendilerine döndü.AKP,başta emniyet ve mit olmak üzere,ordudaki geri hizmetlilerden takviye ettiği güçlerle akıllara zarar bir dinleme, gözetleme, fişleme mekanizması kurdu.Ergenekon soruşturması ile savcıların dokunulmaz olduklarını herkesin kanıksamış olduğu ordu ve bürokrasinin güçlü kesimlerine kafa tutar hale gelmesi,kendiliğinden olan birşey değil.Ellerinde gerektiği zaman şantaj için kullanabilecekleri çok önemli malzeme ve materyal var…

Demokrasinin olmadığı ya da çok kısıtlı olduğu koşullarda bir takım karanlık güçler palazlanarak,erişilmez bir güç elde edebiliyorlar.Fakat eninde sonunda karanlık silahları kendilerine dönüyor işte.Ya AKP?Düşmanlarından öğrendiği yöntemlerle kendisine erişilmez bir konum sağlamaya mı çalışacak?Yoksa bütün bunların başlıca sebebi olan demokrasi yokluğunu demokratik varlığa çevirmek için elinden geleni mi yapacak?..Kullanmak istediği tehdit,şantaj ve fişleme silahı nasıl bugün hasımlarının yıkımına neden olan bir güç haline döndüyse birgün elbet döner kendilerine.Bu oyunun galipleri bir gün gelip kaybeden sefilleri oynamışlardır mutlaka…

21 Mayıs 2010 Cuma

DUU BAKALİİ NOLCEK?

Blog alt başlığım:İşgüzarlık olsun diye yazılmış ukalaca yazılar…Breh!..Breh!..Vay anam vay!...Tesadüfen bloguma giren birisi o alt başlığı görünce diyecek,”vay anam vay!Nereye gelmişiz bre!..Du bakalii okuyayım biraz neymiş işgüzarlık?Kimmiş hüykela?”

Bu alt başlık geçen gün sanki herkese,her şeye ve hayata verdiğim bir söz gibi göründü bana…”Bundan sonra çatır çatır ukalalık yapacam” dercesine bir söz.Sanki namus yemini.Aslına bakarsan,o alt başlığı günlüklerinin en alt satırına kuş resmi çizenler gibi kenar süsü olsun diye yazdım.Üç tane blogum var.Bunlardan ikisi sürekli güncelleniyor.Diğerine aylardır bişey yazmadım.Bu blogdaki yazılar,gelişigüzel şeyler,anlık izlenim ve fikirlerle oluşan karalamalar,ya da daha sonra adam edeceğim taslaklar gibi şeylerden oluşacaktı.Blogdan daha çok bloknota benzetmeye çalıştığım bir çeşit blogumsu.Günlük tutanlar da böyle başlarlar zaten.İçlerinde sonsuz derinlikte,tükenmez bir hazine değerinde fikirler olduğuna,bir günce yazmaya başladıklarında arkasının çorap söküğü gibi geleceğine inanırlar.Oysa kazın ayağı öyle değildir.Yazmak kaka yapmaya değil doğum sancıları ile kıvranmaya benzer.O kafadan gelişigüzel geçip de,düzenlendiği zaman olağanüstü bir şeye benzeyeceğimizi sandığımız fikirlerimiz,ciddi ciddi yazma kararı almamızdan bir süre sonra bizden kaçmaya,köşe bucak saklanmaya başlarlar.Onları bir düzene sokmak,onları bir şeye benzetmek zaman meselesidir,tecrübe meselesidir…Yazmak tecrübesi ise bir benzetme yapmak gerekirse kıldan ince kılıçtan keskin bir köprüden geçmeye benzer…Çünkü yazı,gündelik hayatımızda olabildiğimizden daha fazla dürüstlük ve itiraf edebilme cesareti talep eder.O nedenle doğum sancıları içinde kıvrandırır.

Dürüst olmaya çalışıyorum yazarken.Ama kendimi normal hayatta olmadığım biri gibi göstermeye çalıştığımı biliyorum.Gündelik hayatta utangaç,kırılgan,içe kapanık biriyim.Ufak tefek şeyler yüzünden pimpiriklenirim.Burada ise kimi zaman yıldızlar fethedip galaksi ovalarında koyun otlatıyorum!..Yani olamadığım adamı oynayıp duruyorum.”itiraf “ meselesine gelince..Benim kadar kırılgan bir adam yaşadığı şeylerin çoğunu itiraf edemez.İtiraf etmektense içinde bir süre yaşatıp,kendi kafası içinde halletmeye çalışır.Demek ki olamadığım bir adamı oynuyorum burada.

Ama bunun yazma açısından bir dezavantaj olduğunu düşünmüyorum.Çünkü yazmak bir telafi eylemidir.Yazar gündelik hayatın içinde akıp giden şeyi yazıları ile telafi etmeye çalışır.Gündelik hayatta eksikliğini hissettiği şeyleri yazı dünyasında telafi ederek tam bir hayat yaşadığı duygusu edinmek ister.Yazarın yazdıkları ile göründüklerinden daha farklı bir kişilik ortaya koymaları,yazının varoluş nedenlerinden biridir.Demek ki bu bir sorun değil..

Galiba önemli olan tek şey,bu işe kendini vermek.Bunu severek,cani gönülden yapmak.Her seferinde daha da iyisine gayret etmek,kendini aşmaya çalışmak.

13 Mayıs 2010 Perşembe

“YUMURTA” FİLMİ ÜZERİNE BİR KAÇ NOT

 

    yumurtaafis1

Filmin anlaşılmaz tuhaf görünmesinin en önemli nedeni de burada..Bir aydın olma sevdasına kapılıp da bunun uğruna bedel ödemeyi göze alamayıp yarı yolda kalmış  insanların içlerindeki Yusuf’u bastırmaları ve bilinçdışına itmeleri,filmin o kasvetli,soğuk ve hatta ürkütücü dünyasına girme yolunda doğal bir engel oluşturuyor…

   SEMİH KAPLANOĞLU,Yusuf üçlemesi adını verdiği üç filminin sonuncusu ile hala Avrupanın en prestijli ödüllerinden biri olan Altın Ayıyı kazandı.Üçlemenin ilk filmi “Yumurta”yı sinema eleştirmenlerinin çoğu yere göğe sığdıramamış ve Siyad ödüllerine boğmuşlardı.Fakat medyanın önemli bir kısmı ve sinema izleyicilerine oldukça tuhaf gelmiş,bu filme bunca ödül verilmesini oldukça yadırgamışlardı.Sanıyorum Altın Ayı ile Semih Kaplanoğlu’nun başarısı uluslararası alanda taçlandırıldıktan sonra bu zor filmleri çözümlemeye daha istekli olacak izleyiciler..

    Böylesine anlaşılmaz bulunmasının en önemli nedenlerinden biri yönetmenin derdinin ,Yusuf’un psikolojisini çözümlemekten  daha da ötede olması herhalde.Kahramanının bilinçaltına dalıyor ve gösterilmesi zor olan bir şeyi göstermeye çalışıyor.Yusuf’un bir yazar ve entellektüel olma yolculuğunun başladığı doğup büyüdüğü kasababadan,o kasabanın değerleri ve kültürel yapısından nasıl koptuğunu,kendi geçmişi ile bağlarını nasıl koparmış olduğunu göstermek,daha doğrusu duyumsatmak istiyor.Öyle ki varı yoğu tek bir anasından bile kopmuş Yusuf,Annesinin ölümü üzerine o kasabaya(Tire’ye )dönüp geçmişine dönmek sanrısal bir uçuruma yuvarlanmak gibi bir şey onun için…Geçmişi ile bu günü arasındaki veri akışını sağlayacak hemen hiç birşey yok..Belki bir tek eski sevdiği kız ile aynı kumaştan dokumuşlar gibi bir izlenim oluşuyor,fakat o da geçmişte kalmış,gerçekleşmesi mümkün olmayan bir fantezi artık..Bir aydın kimliği oluşturmak uğruna öyle ağır bir bedel ödemiş ki,belki de insanların çoğu için filmin anlaşılmaz tuhaf görünmesinin en önemli nedeni de burada..Bir aydın olma sevdasına kapılıp da bunun uğruna bedel ödemeyi göze alamayıp yarı yolda kalmış  insanların içlerindeki Yusuf’u bastırmaları ve bilinçdışına itmeleri,filmin o kasvetli,soğuk ve hatta ürkütücü dünyasına girme yolunda doğal bir engel oluşturuyor…

   Anlatılması ve gösterilmesi mümkün olmayan bir yolculuğu göstermeye sıvandığı için doğal olarak simgeci bir anlatım yoluna başvuruyor  yönetmen.Örneğin geniş bir meydanda yün yumaklarını eğiren bir çıkrıkçıya bakarken sara nöbeti geçirip "bilinç dışına bastırdığı geçmişine” yuvarlanıyor.Sönmüş hafızası sancılar içinde bazı şeyleri,örneğin kuyuya inmasini hatırlıyor.Bir kuş yumurtasının yere düşüp kırılması,onun erişkin kimliğini edinmeden kasabasından ve bütün geçmişinden kopmasını simgeleyen bir metafor olup çıkıyor.Son sahnede annesinin komşusu olan genç kızın kahvaltı sofrasında ona pişmiş bir yumurtayı uzatması hayli manidar…Ondaki malzeme ile ne pişecekse onu uzatıyor kız.Belki geçmişle barışıp yeniden bir bağ kurma ihtimali yumurta içinde pişen…Fakat bu mümkün mü?Bir sahnede alıp başını kasabadan uzaklaşıp kendini kırlara bayırlara vurmak,belki kayıp bir özgürlük duygusunu yeniden edinmek istiyor.Ama bir çoban köpeğinin saldırısına uğruyor ve doğal bir içgüdü ile kıpırdamadan kalıyor orada…Köpek başından ayrılmıyor onun,kıpırdasa hırlıyor.Çaresizce göz yaşları döküyor ve o işkence sabaha kadar sürüyor.Bunun gerçek bir olay mı yoksa bir rüya sahnesi mi olduğunu kestirmemiz güç.Yönetmenin derdi Yusuf’un bilinçaltına dalıp onun “kıstırılmışlığını” hissettirmek olduğuna göre bunun gerçek mi düş mü olduğu sorusunun da pek bir önemi kalmıyor.Şimdiki hali ile geçmişi arasında öyle aşılmaz bir engel var ki,sanki o çoban köpeği üç başlı cehennem köpeği kerbelos gibi bekliyor başında..Kıpırdamasına ve kayıp gerçekliği ile,belki başka bir insan olma ihtimali ile temas etmesine asla izin vermiyor.

   Bu film bu şekilde okunup anlaşıldığında,çok zengin imgelerle örülü psikolojiye ve gerçeküstücü bir sanat anlayışına yaslandığı anlaşılıyor.Filmin sevimsiz bulunmasında şaşılacak bir şey yok.Çünkü düpedüz sevimsiz şeyleri anlatıyor.Soğuk,sevimsiz,suratsız bir gerçeklik onun anlattığı..Fakat ne yazık ki birçoklarımızın gerçeğinin ta kendisi…

   Gelelim “Süt”e..ve sonra ödüllü “Bal'” a…Vaktim oldukça izleyeceğim.Belki hepsine bir toplu değerlendirme yazarım…

FİLM HAKKINDA BİLGİ ALABİLECEĞİMİZ BAĞLANTI :http://www.kaplanfilm.com/tr/index.asp

28 Nisan 2010 Çarşamba

ÇOCUK İSTİSMARI OLAYLARI…

siirtteki olaylar

Siirtte olan olaylar…İlk önce dört kız öğrenciye 25 kişinin tecavüz ettiği haberi geliyor.Sonra yaşları 13-14 arasında değişen 8 öğrencinin 2 bebeğe tecavüz ettikleri,bir tanesini öldü diye bıraktıkları,diğerini boğarak öldürdükleri haberi..

Gazetelerden biri,bu son olaydan,”insanın kanını donduran vahşet” diye söz ediyor.Daha sonraki gün,RTÜK’ün medyada yayın yasağı koyduğu haberi geliyor..Şüphesiz medya istismar etmemeli bu kadar hassas bir konuyu..Ama kanımız da donduğu ile kalmamalı.Burası bizim ülkemiz.Olup bitenleri tartışmak zorundayız.

Ama bu gibi hassas konularda iki şey çok sinir ediyor beni.Birincisi hükümet yetkililerininin “bunlar münferit olaylar”diye başlayan söylemleri,diğeri de fırsat bilip ırkçılık yapılması…Hani o 44 kişinin öldürüldüğü Bilge köyü katliamında bir kısım yazarlardan “ismi müsamma” birisi”kürtler artık kendine çeki düzen vermelidir”diye yaşanan olayları kürtlere mal ediyordu.Her iki tavırdan da nefret ediyorum.

Bu çocuk yaştaki insanların uyguladıkları vahşet üzerine biraz düşündüğümüz zaman gerçek suçlunun “DEVLET” olduğunu söylemek için şeytanın avukatı olmaya lüzum yok.Düpedüz Devletin sorumlu olduğu bir suçtur bu.Çünkü devlet,bunu yapanlara yaşları nedeniyle en ağır cezaları vermeyerek,sorumluluğunu ta baştan kabul etmektedir.Böyle bir olay,hükümet yetkililerinden duymaya alışık olduğumuz gibi “münferit” değil,”olağandışı “ bir olaydır.O yaştaki çocuklardan böyle bir davranış beklenemeyeceği için Devlet sorumludur.Çünkü devlet,çocuklarına iyi eğitim veremediğinden dolayı böyle bir olay olmuştur.

Bence devletin değil yalnızca,hepimizin,bilakis Türkiye’nin bu tarafında yaşayan bizlerin de “sorumlu” olduğumuz ortaya çıkacaktır şu sorulara yanıt arandığında:

1.O çocuklar,25 kişinin 4 kız çocuğuna tecavüz ettikleri haberinden etkilenmişler midir?

2.Bebekleri istismar  etmenin olağanlaştığı bir toplumsal ortamda mı yaşamaktadırlar?Devletin duymadığı ya da duymazdan geldiği aile içi istismar olaylarının çokluğu ve sıklığı mı etkili olmuştur onların eylemlerinde?

3.Bu vahşette, “törensel bir şekilde  erkek  ergenliğine geçişi  kurban adayarak kutlamak” gibi bir psişik dürtü  rol oynamış mıdır?

4. Siirt Belediye başkanının “çocuklar oyun oynarken kaza olmuş.Aileler kendi arasında halletti olayı kapattık” şeklindeki sözleri gerçeğin ne kadarına tekabül etmektedir.

5.O 8 kişilik ergen grubunun ölçü tanımayan vahşetinde,30 senedir savaş ve yıkımın allak bullak ettiği bir bölgede şiddetin olağanlaşması ve sıradanlaştırılmasının payı olduğunu söylemek mümkün müdür?

6. Faili meçhul olayların ne kadarı namus ve töre cinayeti kökenlidir?

Sorulacak daha çok soru var..Bunlar cevaplandığında bunun altında hangi “çapanoğlu” yattığı ortaya çıkacaktır.O zaman hadiselerin münferit olmadığı, değil 30 yıldır kanamakta olan bir yara ile ilgili olduğu,yalnızca kürtlerin değil yaşananlarda hepimizin payı olduğu,Devletin de çok büyük bir sorumluluğu olduğu ortaya çıkacaktır.Yeter ki,ırkçılığa saplanmadan,Türkiye’nin o bölgedeki geleneksel politikalarını körü körüne doğru bulmadan,olayları bizm dışımızda imiş gibi farzetmeden düşünelim bunların üzerinde

oldu olacak bi yazı daha döşeyeyim gece gece lan!…

Bu blogun url adını eskiz defteri olarak düşünüyordum.Blogger onu uygun görmedi.O alan adı altında bir blog varmış.Tarayıcıma o adı yazdım aradım.Herifin biri -belki karıdır!-o isimde bir blog açmış 2005 yılında,ama tek bir yazı bile yazmamış gerzek.Blogger de hiç güncellenmemiş bu sayfayı,belki sahibi hatırlar da yazar bi şeyler diye muhafaza ediyo..Sil gitsin ulan.Git bak facebooktadır,çamurların banyosu sefası yapan bir manda kadar zevk alaraktan farmwille oynuyodur.Böyle bir sayfası olduğunu çoktan silmiştir hafızasından.Blogger de bekliyor ki o mayışık herif-karı?- gelecek bloguna bi şeyler yazacak.Sil gitsin alan adını ya!…Sil ki biz kullanalım.(Sinir oluyorum böyle adam ve karı miiletine…

Besmele ile bloglama..Atlıyom bu yazıya balıklama…

İşgüzarlık mı olsun diye bu blogu hazırlamaya karar verdim?Ukala mıyım?..Aslında kısa yazılardan,notlardan,incilerden,özdeyişlerden oluşacak bir sayfa hazırlamak istiyordum.Duvar yazısı tadında,twitter kıvamında,blog yazısı kolaylığında…Ukalalık yapmak istediğim kesin.Becerebildiğim ölçüde seve seve şeytanın avukatı olurum.

Neyse efendim.Nasıl blog olacak bu?Öncelikle kendini dünyanın merkezi imiş gibi ele alan,maceraların,aşklarını,köşklerini anlatan,çoğu zaman sadece yazarın kendisi tarafından okunan bir kısım blog yazarları gibi sayfa hazırlama derdim yok.Ama gündelik hayatımdan,eşimden,dostumdan bahsetmem diye bir kaidem yok..

Güldüğüm, sevdiğim ,coştuğum şeyleri yazacağım;ama kıl olduğum şeyler olmasa blog mlog hazırlamakla uğraşmazdım.Muhtelemen o kıl olduğum şeylerden bir şeyler taşıyorsun ey okuyucu denyosu!O nedenle iğneyi kendine batırmayı sevmiyorsan gazla!Burası sana göre bir yer değil…

Muhtemelen siyasi görüşlerim hoşuna gitmiyor olacak.Benim de hoşuma gitmiyor açıkçası,kimseyle anlaşamıyorum,kendimi bir yere ait hissedemiyorum o fikirlerim yüzünden..Ama ne yazık ki bana göre gerçek onlar..Irkçı isen,nefret sahibi isen,bu vatanı bütün vatandaşlardan çok seviyorsan,ya sev ya terket diyorsan,güçlü ile haklı aynı şey sanıyorsan,güce tapıyorsan..Lütfen uza…Burası sana göre bir yer değil..

Hay anasına!..Yazı uzayıp gidiyor.Oysa kısa ve öz olsun istiyorum.İLkelerim gereği noktayı koyuyorum.Henüz kimsenin şeyinde değilim biliyorum.Ama tesadüfen denk gelip bu yazıyı okuduysan yarın yine bekliyorum