21 Mayıs 2010 Cuma

DUU BAKALİİ NOLCEK?

Blog alt başlığım:İşgüzarlık olsun diye yazılmış ukalaca yazılar…Breh!..Breh!..Vay anam vay!...Tesadüfen bloguma giren birisi o alt başlığı görünce diyecek,”vay anam vay!Nereye gelmişiz bre!..Du bakalii okuyayım biraz neymiş işgüzarlık?Kimmiş hüykela?”

Bu alt başlık geçen gün sanki herkese,her şeye ve hayata verdiğim bir söz gibi göründü bana…”Bundan sonra çatır çatır ukalalık yapacam” dercesine bir söz.Sanki namus yemini.Aslına bakarsan,o alt başlığı günlüklerinin en alt satırına kuş resmi çizenler gibi kenar süsü olsun diye yazdım.Üç tane blogum var.Bunlardan ikisi sürekli güncelleniyor.Diğerine aylardır bişey yazmadım.Bu blogdaki yazılar,gelişigüzel şeyler,anlık izlenim ve fikirlerle oluşan karalamalar,ya da daha sonra adam edeceğim taslaklar gibi şeylerden oluşacaktı.Blogdan daha çok bloknota benzetmeye çalıştığım bir çeşit blogumsu.Günlük tutanlar da böyle başlarlar zaten.İçlerinde sonsuz derinlikte,tükenmez bir hazine değerinde fikirler olduğuna,bir günce yazmaya başladıklarında arkasının çorap söküğü gibi geleceğine inanırlar.Oysa kazın ayağı öyle değildir.Yazmak kaka yapmaya değil doğum sancıları ile kıvranmaya benzer.O kafadan gelişigüzel geçip de,düzenlendiği zaman olağanüstü bir şeye benzeyeceğimizi sandığımız fikirlerimiz,ciddi ciddi yazma kararı almamızdan bir süre sonra bizden kaçmaya,köşe bucak saklanmaya başlarlar.Onları bir düzene sokmak,onları bir şeye benzetmek zaman meselesidir,tecrübe meselesidir…Yazmak tecrübesi ise bir benzetme yapmak gerekirse kıldan ince kılıçtan keskin bir köprüden geçmeye benzer…Çünkü yazı,gündelik hayatımızda olabildiğimizden daha fazla dürüstlük ve itiraf edebilme cesareti talep eder.O nedenle doğum sancıları içinde kıvrandırır.

Dürüst olmaya çalışıyorum yazarken.Ama kendimi normal hayatta olmadığım biri gibi göstermeye çalıştığımı biliyorum.Gündelik hayatta utangaç,kırılgan,içe kapanık biriyim.Ufak tefek şeyler yüzünden pimpiriklenirim.Burada ise kimi zaman yıldızlar fethedip galaksi ovalarında koyun otlatıyorum!..Yani olamadığım adamı oynayıp duruyorum.”itiraf “ meselesine gelince..Benim kadar kırılgan bir adam yaşadığı şeylerin çoğunu itiraf edemez.İtiraf etmektense içinde bir süre yaşatıp,kendi kafası içinde halletmeye çalışır.Demek ki olamadığım bir adamı oynuyorum burada.

Ama bunun yazma açısından bir dezavantaj olduğunu düşünmüyorum.Çünkü yazmak bir telafi eylemidir.Yazar gündelik hayatın içinde akıp giden şeyi yazıları ile telafi etmeye çalışır.Gündelik hayatta eksikliğini hissettiği şeyleri yazı dünyasında telafi ederek tam bir hayat yaşadığı duygusu edinmek ister.Yazarın yazdıkları ile göründüklerinden daha farklı bir kişilik ortaya koymaları,yazının varoluş nedenlerinden biridir.Demek ki bu bir sorun değil..

Galiba önemli olan tek şey,bu işe kendini vermek.Bunu severek,cani gönülden yapmak.Her seferinde daha da iyisine gayret etmek,kendini aşmaya çalışmak.

13 Mayıs 2010 Perşembe

“YUMURTA” FİLMİ ÜZERİNE BİR KAÇ NOT

 

    yumurtaafis1

Filmin anlaşılmaz tuhaf görünmesinin en önemli nedeni de burada..Bir aydın olma sevdasına kapılıp da bunun uğruna bedel ödemeyi göze alamayıp yarı yolda kalmış  insanların içlerindeki Yusuf’u bastırmaları ve bilinçdışına itmeleri,filmin o kasvetli,soğuk ve hatta ürkütücü dünyasına girme yolunda doğal bir engel oluşturuyor…

   SEMİH KAPLANOĞLU,Yusuf üçlemesi adını verdiği üç filminin sonuncusu ile hala Avrupanın en prestijli ödüllerinden biri olan Altın Ayıyı kazandı.Üçlemenin ilk filmi “Yumurta”yı sinema eleştirmenlerinin çoğu yere göğe sığdıramamış ve Siyad ödüllerine boğmuşlardı.Fakat medyanın önemli bir kısmı ve sinema izleyicilerine oldukça tuhaf gelmiş,bu filme bunca ödül verilmesini oldukça yadırgamışlardı.Sanıyorum Altın Ayı ile Semih Kaplanoğlu’nun başarısı uluslararası alanda taçlandırıldıktan sonra bu zor filmleri çözümlemeye daha istekli olacak izleyiciler..

    Böylesine anlaşılmaz bulunmasının en önemli nedenlerinden biri yönetmenin derdinin ,Yusuf’un psikolojisini çözümlemekten  daha da ötede olması herhalde.Kahramanının bilinçaltına dalıyor ve gösterilmesi zor olan bir şeyi göstermeye çalışıyor.Yusuf’un bir yazar ve entellektüel olma yolculuğunun başladığı doğup büyüdüğü kasababadan,o kasabanın değerleri ve kültürel yapısından nasıl koptuğunu,kendi geçmişi ile bağlarını nasıl koparmış olduğunu göstermek,daha doğrusu duyumsatmak istiyor.Öyle ki varı yoğu tek bir anasından bile kopmuş Yusuf,Annesinin ölümü üzerine o kasabaya(Tire’ye )dönüp geçmişine dönmek sanrısal bir uçuruma yuvarlanmak gibi bir şey onun için…Geçmişi ile bu günü arasındaki veri akışını sağlayacak hemen hiç birşey yok..Belki bir tek eski sevdiği kız ile aynı kumaştan dokumuşlar gibi bir izlenim oluşuyor,fakat o da geçmişte kalmış,gerçekleşmesi mümkün olmayan bir fantezi artık..Bir aydın kimliği oluşturmak uğruna öyle ağır bir bedel ödemiş ki,belki de insanların çoğu için filmin anlaşılmaz tuhaf görünmesinin en önemli nedeni de burada..Bir aydın olma sevdasına kapılıp da bunun uğruna bedel ödemeyi göze alamayıp yarı yolda kalmış  insanların içlerindeki Yusuf’u bastırmaları ve bilinçdışına itmeleri,filmin o kasvetli,soğuk ve hatta ürkütücü dünyasına girme yolunda doğal bir engel oluşturuyor…

   Anlatılması ve gösterilmesi mümkün olmayan bir yolculuğu göstermeye sıvandığı için doğal olarak simgeci bir anlatım yoluna başvuruyor  yönetmen.Örneğin geniş bir meydanda yün yumaklarını eğiren bir çıkrıkçıya bakarken sara nöbeti geçirip "bilinç dışına bastırdığı geçmişine” yuvarlanıyor.Sönmüş hafızası sancılar içinde bazı şeyleri,örneğin kuyuya inmasini hatırlıyor.Bir kuş yumurtasının yere düşüp kırılması,onun erişkin kimliğini edinmeden kasabasından ve bütün geçmişinden kopmasını simgeleyen bir metafor olup çıkıyor.Son sahnede annesinin komşusu olan genç kızın kahvaltı sofrasında ona pişmiş bir yumurtayı uzatması hayli manidar…Ondaki malzeme ile ne pişecekse onu uzatıyor kız.Belki geçmişle barışıp yeniden bir bağ kurma ihtimali yumurta içinde pişen…Fakat bu mümkün mü?Bir sahnede alıp başını kasabadan uzaklaşıp kendini kırlara bayırlara vurmak,belki kayıp bir özgürlük duygusunu yeniden edinmek istiyor.Ama bir çoban köpeğinin saldırısına uğruyor ve doğal bir içgüdü ile kıpırdamadan kalıyor orada…Köpek başından ayrılmıyor onun,kıpırdasa hırlıyor.Çaresizce göz yaşları döküyor ve o işkence sabaha kadar sürüyor.Bunun gerçek bir olay mı yoksa bir rüya sahnesi mi olduğunu kestirmemiz güç.Yönetmenin derdi Yusuf’un bilinçaltına dalıp onun “kıstırılmışlığını” hissettirmek olduğuna göre bunun gerçek mi düş mü olduğu sorusunun da pek bir önemi kalmıyor.Şimdiki hali ile geçmişi arasında öyle aşılmaz bir engel var ki,sanki o çoban köpeği üç başlı cehennem köpeği kerbelos gibi bekliyor başında..Kıpırdamasına ve kayıp gerçekliği ile,belki başka bir insan olma ihtimali ile temas etmesine asla izin vermiyor.

   Bu film bu şekilde okunup anlaşıldığında,çok zengin imgelerle örülü psikolojiye ve gerçeküstücü bir sanat anlayışına yaslandığı anlaşılıyor.Filmin sevimsiz bulunmasında şaşılacak bir şey yok.Çünkü düpedüz sevimsiz şeyleri anlatıyor.Soğuk,sevimsiz,suratsız bir gerçeklik onun anlattığı..Fakat ne yazık ki birçoklarımızın gerçeğinin ta kendisi…

   Gelelim “Süt”e..ve sonra ödüllü “Bal'” a…Vaktim oldukça izleyeceğim.Belki hepsine bir toplu değerlendirme yazarım…

FİLM HAKKINDA BİLGİ ALABİLECEĞİMİZ BAĞLANTI :http://www.kaplanfilm.com/tr/index.asp