29 Kasım 2015 Pazar

LÜTFEN SAHNEYİ TERK EDİN ARTIK!

Komşumuz Suriye'de korkunç bir savaş oldu. Bu görünüşte bir iç savaştı, ama aslında en az üç devletin Suriye hükümetine gayrı resmi bir savaş açmasıydı. Bu savaş henüz sona ermedi, ama kaybedenler belli oldu.Bunlardan biri de Türkiye idi. Şimdi artık görünen o ki, kazanan Suriye hükümeti İran ve Rusyanın desteğiyle Suriye'de tam bir hakimiyet sağlamasa da, Kürtlere ayrıcalıklı bir statü vererek ülkenin tamamında kontrolü sağlayacak. Türkiye bu gerçeği gördü,son bir umutla rus uçağını düşürüp Natonun desteğini arkasına almaya çalıştı. Ama nasıl ki Rusyanın Kırım'ı ilhak etmesine karşı ambargo dışında Rusya'ya bir yaptırım uygulayamadıysa, burada da ambargoyu biraz daha artırmaktan başka bir şey yapamayacak. Ambargo bırakalım Rusyanın geri çakilmesini, daha da saldırgan, daha da pervasız yapıyor. Bu nedenle batı Rusya ile anlaşmaya çalışacak. Fakat öyle görünüyor ki, Esat rejiminin güçlenmesi ve Rusya'nın Suriye'de etkisinin azaltılmasını önlemek bu saatten sonra mümkün değil. Türkiye ve ittifak yaptığı ülkeler kaybettiler. Yenildiler, çünkü Arap baharı ile müslüman kardeşler çizgisini ortadoğuda iktidara taşıyarak Sünni islam dünyasının lideri olma rüyaları görülüyordu. Müslüman Kardeşler çizgisi her yerde olduğu gibi Suriye'de de yenilgiye uğradı. Çünkü müslüman kardeşler, arkasında olan Türkiye ve Suudi Arabistan gibi devletlerin çıkarlarının değil, el kaidenin etkisi altına girmeye eğilimli bir yapısı vardı. Nitekim Suriye'de müslüman kardeşler el kaide kökenli Işid ve El Nusra gibi örgütlerin içinde eriyip yok oldular. Türkiye hala Müslüman kardeşler ayaktaymış gibi, özgür Suriye ordusu gibi bir şey hala muhalefetin bel kemiğiymiş gibi davranıyor, fakat dünyaya bunu yutturamıyor. Türkiye yenilgiye uğradı. Türkiye'deki iktidarın ortadoğu ve arap dünyası üzerine boş hayal ve fantezileri yenilgiye uğradı. Yeni osmanlı saplantısı, liderlik ve halifelik sevdaları yenilgiye uğradı. Türkiye yurtta sulh cihanda sulh ilkesini terk etmiş olmanın bedelini ödüyor şimdi. Kimsenin bu ülkeye daha fazla bedel ödetmeye hakkı yok. Yenilenler tehlikeli savaş oyunlarını bırakıp bu ülkeye daha çok zarar vermekten vazgeçmeliler artık. Oyun bitti. Lütfen sahneyi terk edin artık!

11 Eylül 2015 Cuma

7 Haziran Sonrası Türkiye Toplumunun Büyük Kafa Karışıklığı

7 haziran seçimi sonrası beklenmedik gelişmelerin fragmanını ilk olarak Twitter fenomeni Fuat Avni'nin yazdıklarından öğrendik.Sarayda büyük bir kumpas planı hazırlandığını,MİT ve öteki derin güçlerin marifetiyle kısa zamanda Kürt sorunu üzerinden,Suriye'deki iç savaş üzerinden Türkiye'nin kana bulanacağını yazıyordu.Fuat Avni'ye göre Saray'ın amacı,toplumda büyük karışıklık yaratıp bu karışıklıktan yararlanarak AKP'nin en azından tek başına yeniden iktidar olmasını sağlayacak yeniden seçim yaptırmaktı.Bunların doğru çıkmaması için çok dua ettik,ama ne yazık ki olan oldu.Türkiye 100'ün üzerinde şehit verdiği kanlı iç savaş ortamına kısa sürede girdi.Her ki tarafın,Hem Türk askerlerinin hem de PKK'lıların gerçek kayıplarını bilmiyoruz.Ama ben en az 200 Türk tarafından 200'ün üzerinde de PKK'lılardan olduğunu tahmin ediyorum.İşin acı olan tarafı,bunun bir başlangıç olması,çatışmalar derinleştikçe günlük 50-60,hatta 100'lü rakamları telaffuz edeceğimiz....

Şimdi ortalığın bir anda kan gölüne dönmesi ve geçmiştekilerle kıyaslanamayacak korkunç bir iç savaşa sürüklenmekte olduğumuzu sırf  Fuat Avni'nin fragmanları ve Saray komplosu ile açıklamak çok aşırı kolaycılık gibi görünüyor bana.Ortam son derece müsait olmasaydı,iç karışıklık çıkarmaya yönelik hiç bir komplo amacına ulaşamazdı.Ortam son derece müsaitti;çünkü çözüm süreci adı ile bilinen çatışmasızlık döneminde Türk toplumu PKK ile bir anlaşmanın yapılmış olmasını asla içine sindirememişti.Gerçi şehit ve kayıp haberleri çok azalmıştı,ama,bu sürecin daha büyük bir iç savaş ve bölünmeye gidip gitmediği üzerinde sürekli artan bir kuşku havası topluma egemen oldu.Çözüm sürecini AKP topluma anlatamadığı gibi muhalefetle asgari ölçütler üzerinde uzlaşma girişiminde de bulunmamıştı.Çözüm süreci,Oslo görüşmelerinden de sızdığı gibi devletin gizli istihbaratı ve PKK temsilcileri arasında başlamıştı.Bunun bu şekilde başlaması da son derece normaldi.Çünkü kürt sorunu ile ilgili en sağlam bilgi,terörle gayrınizami her türlü yöntemi kullanarak mücadele eden MİT'in elinde idi.Salt askeri ve gayrı nizami  yöntemlerle Kürt sorununun çözülemeyeceğini en iyi MİT'in bilmesi ,bu derin bilgi ve tecrübe nedeniyle çözüme yönelik girişimleri başlatması doğaldı.Anlaşmaların gizli bir şekilde müzakere edilmesi de toplumdaki ön yargıların derin ve kökleşmiş olması nedeniyle idi.Bu sebeplerle çözüm sürecinin başlamasında AKP hükümetinin benimsediği yöntemin yanlış olduğu eleştirilerine katılmıyorum.

Ancak görüşmelerin basına bir şekilde sızması ve açığa çıkmasından sonraki sürecin doğru bir şekilde yürütüldüğünü söylemek,imkansız.Sürecin safhaları mutlaka şeffaf bir şekilde yürütülmeli,diğer partilerle bütünüyle uzlaşma sağlanmasa bile asgari müşterekler sağlanması gerekirdi.AKP çözüm sürecini topluma anlatma konusunda bir takım çabalara girse de çok kapsamlı bir alan çalışması yapılması gerekirdi,bu yapılmadı.Sivil toplum kuruluşları muhatap alınmadı,sürece ortak edilmedi.Bu işte,ben yaptım oldu mantığı benimsendi.

Süreçle ilgili çok kapsamlı bir analiz yapacak kadar profesyonel değilim.Benim temel gözlemlerim bunlar.Son olarak da süreci yürüten tarafların birbirlerine güvenmedikleri,bu nedenle Türk tarafının kalekollar ve sınır güvenliği amaçlı barajlar inşa ederken diğer tarafın da silah ve mühimmat yığını yaptığının da altını çizelim.

Fakat bu süreçte kimsenin kabullenemediği,sadece türk tarafının değil,PKK'nın da sindirmekte zorlandığı çok önemli bir gelişme oldu.Zaten bu yazının amacı bu gelişmenin altını kalınca çizmek.

Çatışmasızlık döneminde kürt sivil siyasetinin öngörülemeyecek bir ilerleme sağlamasıydı bu gelişme.Kürt siyasetinin batıya açılması projesi sancılarına rağmen büyük bir başarıya ulaştı ve HDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş bu süreçte bir kürt siyasetçiye kolayca nasip olmayacak bir saygınlık ve prestij kazandı.HDP en son seçime bağımsız adaylarla değil bir parti olarak katılmaya karar vermişti.Başlangıçta bunun Erdoğan'ı başkan yapma projesinin bir parçası olduğu sanıldı.Ancak beklentilerin de ötesine geçip HDP 7.5 milyon seçmenden % 13 küsür bir oy almayı başardı.

İşte toplumumuzun sindirmekte zorlandığı,PKK'nın bile hazmedemediği gerçek budur.Kürt kökenli bir siyasetin bu boyutta bir kitle desteğinin varlığının yarattığı şaşkınlıktır.7.5 milyon seçmen demek,oy kullanamayan aile bireylerini de hesaba katarsak en az 20 milyonluk bir kitle anlamına gelmektedir.Bunu sindiremeyenler, yarısının Erdoğan'ın başkanlığından endişe duyan emanet oylar olduğunu düşünmektedir,ama,anketlerin gösterdiği gibi, bir sonraki seçimde  bunun çok büyük bir çoğunluğunun emanet değil kalıcı oy olduğu anlaşılacaktır.HDP'ye oy veren Türklerin sayısının göz ardı edilemeyecek kadar yüksek olduğunu zannediyorum.Fakat terör olayları yeniden başladı diye türklerin HDP'yi terkedeceğini hiç sanmıyorum.HDP'ye oy veren Türkler,kürt siyasetinin demokratikleşeceğine,batıya açılıp merkezi siyasete karşı güçlü bür toplumsal muhalefetin merkezi olacağına inanan,HDP'nin Türkiyelileşmesine son derece sıcak bakan aydın bir toplum kesimidir.Kısaca söylemek gerekirse,çözüm sürecinin en büyük kazanımı HDP olmuştur.

Toplumda değişen büyük dengelerin siyasete yansımasıydı bu.Artık Kürt orijinli siyasete kürtlerin desteği,kimsenin göz ardı edemeyeceği kadar büyüktü.Çözüm süreci,kürt hareketinin silahlı bir güçten büyük bir toplumsal desteği olan siyasal bir güç haline getirmişti.Başta AKP ve MHP,toplumun türk kesimindeki büyük paniğin nedeni budur.Fakat PKK bile rahatsız olmuştur bu gelişmeden.Çünkü kürt sorunu ekseni bir anda askeri alandan siyasal alana kaymış,her türlü siyasal anlayışın kürtlerin talep ve beklentileri ile Türkiye cumhuriyeti devleti arasında köprü kuracağı yeni bir dönem başlamıştır.PKK için de bellenildiği halde sonuçları kestirilemediği için rahatsızlık yaratan bir gelişmedir bu.



10 Eylül 2015 Perşembe

Bir Mum Yak Kapıya Çık Eylem Çağrısı...


    Karşı gazetesi bir toplumsal kampanya başlatmış.Artan terör olaylarına karşı eylem çağrısı.Belirli bir saatte bir mum yakıp kapıya çıkmamız isteniyor.Seçilen yöntemde çok anlamlı.AKP'nin ampulüne karşı,mum.Bir mum geceyi gündüze çevirmez,ama milyonlarca mumun ışığı,orada güçlü bir toplumsal duyarlılığın varlığının apaçık delilidir.Aslında doğru olan,silahlar sussun kampanyasıydı.Bir taraftan PKK'nın mevzileri bombardıman edilip terörle mücadele aadına Cizre gibi bir şehrin yaşam destek fişinin çekilmesi karşısında yalnızca PKK'nın silah bırakmasını beklemek çok anlamlı değil.Çünkü bu iş karşılıklı.Ben ilk adımı devlet atarsa kısa zamanda silahların susacağını düşünüyorum.Bu gerçeğe rağmen silahlar sussun adında büyük bir toplumsal kampanya yapmak mümkün değil.Çünkü böylesine bir linç ortamında aklıselim önerilerin teröre destek olarak algılanmaması imkansız.O nedenle Karşı gazetesi kampanyanın hedefine PKK'yı koymuş görünmesine rağmen mum'un seçilmiş olması,ampul'e karşı gizli bir manifesto aslında.
   Bu kampanya başarılı olur mu?Olmak zorunda.Çünkü tek kişiden çıkan ışık kendini bile zar zor aydınlatır.O nedenle ışıkların birleştirilmesi lazım.
 
  HDP milletvekili Leyla Zana ise,ışığını (mumunu) tek başına yakıp gerekirse onun etrafında bir pervane böceği gibi ölmeye karar verdi.Ölüm orucuna başladığını duyurdu.Silahlar susana kadar,çözüm süreci masası tekrar kuruluncaya kadar,ölüm orucuna devam edeceğini duyurdu.Akla büyük toplum önderi Gandhi'nin ölüm orucuna başlayarak Hindistan'daki kardeş kavgasını durdurması geliyor.Gandhi,Hindistan'da hem müslümanların hem de Hinduların sevip saydığı bir liderdi.Leyla Zana'nın kişiliği hakkında ise malesef toplumsal bir konsensus yok.O'nu PKK'nın sözcüsü sayıyorlar çoğunlukla.Belki de en büyük talihsizliğimiz,hem kürtlerin hem de Türklerin sevip saydığı ortak bir toplumsal önder çıkaramamış olmamız.Bu konsensusa en yakın kişi Recep Tayyip Erdoğan idi.Fakat o kendi kişisel bekası uğruna kendisi hakkında doğal bir şekilde oluşmuş olumlu imajları darmadağın etti.Toplumsal zıtlıkları keskinleştirip kutuplaşmaya dönüştürmek dışında dahiyane bir yeteneği bulunmayan birinden tersini beklemek de mümkün değil aslında.Ve açık ara kürtlerin en sevmediği devlet adamı olmaya doğru koşturuyor.
   Son olarak 'saray'a yürümekten' söz eden Devlet Bahçeli.7 haziran sonrası bir hayli aşırı milliyetçi tavrı yüzünden ortamın böylesine bir büyük gerilime sürüklenmesinde azımsanmayacak bir katkısı olan Bahçeli'nin son zamanlarda tutumunda biraz yumuşama var gibi görünüyor.En son,HDP binalarına yapılan saldırılarla bir alakaları olmadığını,o saldırıları düzenleyenlerin ülkücü kılığına girmiş AKP'liler olduğunu söyledi.Ak Saray'a yürümekle neyi kastettiğini anlamak kolay değil.Acaba bir büyük kitlesel yürüyüşün yapılabileceğini mi söylemek istiyor?
   Şimdiki iktidarın totaliter bir yönetim kurmak için çeşit çeşit senaryolar tertiplediği çok açık.Buna bir askeri bir darbeyle dur denilmesini savunmamız mümkün olmadığına göre,sandık güvenliği nedeniyle seçimlerin yapılıp yapılmayacağı da belirsiz olduğuna göre,kitlelerin sokağa dökülmesinin de hiç iyi sonuçlar vermeyeceği çok açık olduğuna göre,geriye tek seçenek olarak bu tür toplumsal kampanyalar kalıyor.Bir tek mum hiç bir şey değildir.Üstelik kendimizi yaksak Leyla Zana kadar aydınlık yaratamayız.O nedenle bir mum yakıp bu kampanyaya katılmamızda büyük yarar var.
#BirMumYakKapıyaÇık

Haberin Veriliş Şeklinden Cumhurbaşkanlığı makamına hakaret mümkün müdür?


      İlginç bir döneme giriyoruz.Cumhurbaşkanının bizzat kendi söylediği sözler nedeniyle Hürriyet gazetesine soruşturma açılıyor.Bu dönemle ilgili ipuçlarını daha önce haber vermişti aslında Erdoğan.'Ben farklı bir cumhurbaşkanı olacağım,anayasal yetkilerimi sonuna kadar kullanacağım' demişti.Bu yetkilerden en çok kullandığı ise,Cumhurbaşkanına hakaret ile ilgili anayasal düzenlemeyi sık sık işletmesi oldu.Daha önceki Cumhurbaşkanları bu maddeyi neredeyse hiç işletmemişlerdi.Kendi döneminde bu maddeyi sık sık devreye sokmaya ihtiyaç duymasının en önemli nedeni icranın başı gibi hareket etmesi,fiilen hükümet etmesi.Hal böyle olunca doğal olarak çok fazla tepki çekiyor:Bu tepkilere ise Cumhurbaşkanlığı makamının özel statüsünü koruma amaçlı bir anayasa hükmünü siyasal rakiplerine baskı amacıyla o koruma maddesinin bütünüyle amacı dışında kullanıyor.Hakaretle ilgili bir hüküm çok kolaylıkla baskı ve tehdit aracı haline dönüşebilir,çünkü politik eleştiri ile hakaret arasındaki sınırı çizmek kolay değildir.Cumhurbaşkanı,adı üzerinde Cumhur'un birlik ve beraberliğini temsil eder.Fakat siyasal bir anlayışın açık bir tarafı haline gelmişse,bu durumda tarafsızlığına ilişkin kuşkuların artması olağandır.Bu durumda Cumhur'un belli bir kesimi cumhurbaşkanı tarafıdan imtiyazlandırılıp diğer kesimleri bu imtiyazlı Cumhur'a karşı hasım haline getirilmektedir.Öyle olunca eleştiriler,cumhurbaşkanlığı makamını yıpratma amaçlı değil,aksine o makamın saygınlığını ve itibarını korumaya yönelik bir nitelik kazanır.Bu durumda hakaret ve politik eleştiri arasındaki sınır tümüyle bulanık bir hale gelir...
  Öte yandan cumhurbaşkanına hakaret kavramı Hürriyet gazetesi örneğinde yepyeni bir istikamet kazanıyor.Hürriyet bizzat Erdoğan'ın kelimesi kelimesine söylediği sözleri paylaşması nedeniyle yargılama konusu yapılıyor.Cumhurbaşkanı bir haber programında bir partinin 7 haziranda  400 milletvekili alması durumunda Dağlıca katliamı benzeri bir olayın yaşanmayacağını söylüyor.Burada bir parti ile AKP'nin kastedildiği,400 milletvekili ile kendi düşündüğü başkanlık sistemini kastettiği  çok açık.Davayı açan savcı Cumhurbaşkanının sözlerinin kasıtlı olarak çarpıtıldığını iddia ediyor.Çarpıtma ancak bir yorum yazısında yapılır.Bir demeç ya da mülakattan her hangi bir alıntı yapıp bu alıntı ile ilgili haber linki vermek,asla bir çarpıtma sayılamaz.Çok bilinen bir hikaye vardır.Papa bir güney Amerika ülkesini ziyaret etmiş:sanırım Brezilya.Gazeteci "...şehrindeki genelevler hakkında ne düşünüyorsunuz?" diye sormuş.Papa da "....şehrinde genelev var mı?" Ertesi gün gazete şu başlıkla yayımlanmış:"Papa uçaktan iner inmez genelev var mı?" diye sordu.Buradaki haberin veriliş biçimi çarpıtma gibi görünüyor,ancak Papa bunu kelimesi kelimesine söylediğine göre çarpıtma sayılamaz.Çünkü ilk olarak haber okunduğu zaman gerçekte papanın ne demek istediği tam olarak anlaşılacak mahiyettedir.Haber veren gazete bunun nasıl bir izlenime yol açacağını düşünmek ve kendine otosansür uygulamak zorunda değildir.Ama Papa o sözü hiç söylemeseydi,o zaman bir çarpıtmadan söz edebilirdik.Bu böyle kabul edilmiyorsa,haber başlıklarından kaynak gösterdiği halde gazete sorumlu tutuluyorsa,artık basın özgürlüğünden söz etmenin olanağı yoktur.Bu durumda gazetelerden iktidarı hiç bir şekilde rahatsız etmeyecek şekilde haberlerin verilmesi biçiminde bir beklenti oluşmaktadır.Böyle bir beklenti yönünde hareket etme zorunluluğu ortaya çıktığı zaman bir gazetenin iktidara sormadan hiç bir haber vermemesi gibi bir durum ortaya çıkar.Buna da artık ne derseniz deyin fakat asla gazetecilik diyemezsiniz.

3 Ocak 2015 Cumartesi

AKP DÖNEM TÜRKİYE'NİN BAŞKA GELEN EN KÖTÜ ŞEY Mİ?





Acaba AKP iktidarı Türkiye'nin başına gelmiş en kötü şey midir?Gezi olaylarının başlangıcından beri böyle düşünüyordum,ama artık bu fikirde değilim.Elbette gezi olayları sonrasında Akp'nin karşı atağı kelimenin tam anlamıyla korkunçtu.Yalakaları bir yana bırakırsak,Akp konusunda uzun zaman iyimserliği elden bırakmamış naif liberaller bile yaşananlardan,demokrasiyi ve çağdaş toplum olmanın en temel değerlerini bile talan eden Akp saldırganlığı karşısında dehşete düştüler.Ama her şeyde bir hayır olduğunu düşünen atalarımızın yalın düşüncesini bu defa kalın bir çizgi çekerek teyit etmemiz gerekiyor:Akp dönemi,bu toplumun başına gelmiş iyi bir şeydir.Acılarla dolu olsa da iyi ve önemli bir derstir.Hepimize çok pahalıya patlamış olsa da altın değerinde dersler çıkaracağımız önemli bir toplumsal deneyimdir.
    Neden?Çünkü onun önünü Menderes gibi askeri darbe ile kesmediler.Ona dur diyecek demokrasi dışı bir güç yoktu.Ordu çoktandır eli kolu bağlanmış bir vaziyetteydi.Ergenekon,balyoz gibi davalarla iyice gazı alınan ve cuntacı eğilimleri bastırılan ordu,Uludere olayından sonra yargılanma tehdidinden kurtulmak için Akp'ye daha çok yanaşmalık yapmaya başladı.Eskiden beri özerkliği ve bağımsızlığı son derece su götürür olan yargı içinde Akp'ye direnme potansiyeli olan tek güç Gülen Cemaati gibi görünüyordu.Ne var ki,çok önemli davaları yüzüne gözüne bulaştırmış olan Gülen Cemaati de,17-25 aralık hamleleri ile yanlış stratejisinin kurbanı olup sahneden yavaş yavaş çekildi,ya da kabuğuna sindi.Emniyet ve Mit'i de tamamen denetim altına alan Akp'ye dur diyecek bir güç kalmadı.Beklenildiği gibi seçim sandıkalarında Seçmen tokadını da yemediler.Hatta ortaya çıkan onca skandala rağmen fazla bir kayıp yaşamadan seçmenlerinin desteği ile yollarına devam ediyorlar.
  Ama rejimi değiştirmek isteseler de,bu onların istediği hızda yürümüyor.Mesela Soma-Yırca'da yandaşlarına peşkeş çektikleri üzerine termik santral projesi olan arazi,1930'lu yıllarda çıkmış olan zeytinlik alanları koruma kanununa takıldı.Avrupa Birliği ile müzakereler durma noktasına gelmiş olsa da,AB'ye verilmiş taahhütler belirleyiciliğini koruyor.Keza Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yargılama yetkisi de onların ilerleyişini frenliyor.AİYM ile uyum adına Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yolu açılması,Akp' nin bir çok antidemokratik uygulamasının önüne engel koydu.Bütün bunlar Akp'nin inşa ettiği dikta rejiminin önüne bir engel değil elbette.Akp iktidarı sabır ve kararlılıkla,rejimi değiştirip tek parti diktatörlüğü kurmaya yürüyor.Belki rejimin emniyet sübapları Akp yi durduramadı ama hiç değilse toplumun zinde güçlerine biraz zaman kazandırdı.
   Böyle karanlık bir tabloda iyimser olmak ve bu kötü dönemin de önemli bir toplumsal deneyim olabileceğini iddia etmek pollyannacılık gibi görünüyor ama yine de bir toplum olarak gerçek iyi ve gerçek kötüyü ayırd edebilmemiz için böyle kötü deneyimler yaşamamız,ne yazık ki şart.Şimdi artık laikliğin önemi daha iyi anlaşılmaya başlanmadı mı?Dinin ne kadar kullanılmaya elverişli olduğu,dindar görünenlerin pekala dindar olmayanları bile mumla aratacak sahtekarlar olabilecekleri daha çarpıcı bir şekilde anlaşılmadı mı?Türkiyede popüler islamcı akımın aslında hiç bir etiğe ve ideolojiye sahip olmadığı,en büyük dertleri iktidarı ele geçirip ülkenin tamamını rant çiftliği haline getirdikleri?Bunlar laik ve solcu kesimin zaten bildiği şeylerdi diye itiraz edilebilir;ama önemli olan bu islamcı ideolojiyi safça deseklemiş olan geniş halk kesimi için,onların oy deposu olan şey için bunlar açık seçik gerçekler değildi.Hala bir kafa karışıklığı sürse de hayal kırıklığı içinde uyananların sayısı her geçen gün artıyor.Artık bu partiyi destekleyenler,hatta en sıkı yandaşlar bile dindar olmakla fazilet sahibi olmanın aynı şey olmadığını söylediğimizde susup kalıyorlar."Çalıyorlar ama çalışıyorlar" sözü de onların gerçek düşüncelerini yansıtmıyor.Sadece hayal  kırıklıklarını bastırıp ertelemeye yarayan,ya da ithamları savuşturmayı sağlayan avuntu.Hayal kırıklığı kızgınlığa,derin bir öfkeye,ahlaki bir uyanışa dönüşebilir mi?Elbette.Ama her şeyin bir zamanı var,bunu da göreceğiz....