22 Ocak 2011 Cumartesi

Tom ve Jerry



Tom ve Jerry,Metro Golden Mayer şirket tarafından,Disney'e alternatif olarak yaratılmış bir çizgi film serisi.Fare ve kedi arasındaki kaçma-kovalamaca oyunu gibi basit bir konusu olan bu animasyon o kadar tutulmuş ki,soruşturmalarda hala "tüm zamanların en çok izlenen animasyon serisi" ünvanını kimseye kaptırmıyor.Bu son zamanlarda 3.5 yaşındaki oğlumun en önemli keşfi.Bayılıyor Tom ve Jerry izlemeye.Bir türlü doyamıyor.

Nasıl olmuş da bu basit konusu olan ve görünüşte hayli iddiasız animasyon,bu denli büyük ilgi görmüş ve Disney karakterlerinin bile papucunu dama atmış?Bunu açıklamak çok zor değil aslında.Çünkü Tom ve Jerry,Disneyinkilerden bile daha evrensel bir temayı işliyor.Haz ve kuralların ezeli ve ebedi çatışmasını.Jerry adlı fare canlıların haz alma,dileğince yaşama ve mutlu olma isteğinin simgesi.Tom adlı kedi de,kurallara boyun eğme,başkalarının koyduğu kurallara göre yaşama isteğini..Bunlar aslında insanın iç dünyasındaki güçlerin temsilcisi.Tom da Jerry de içimizde.Arzu,bir fareye benziyor.Gizlice eve yerleşmiş,pek istenmeyen bir konukçu.Başınızı her an derde sokabilir.Çünkü bencil,kuralları sevmiyor.Başınıza o kadar dert açabilir ki,onun o doğal ve içgüdüsel hareketleri,yalnızca hedonistlerin değil sadistlerin bile tahammül sınırlarını aşabilir.En iyisi o fare deliğinde yaşaması onun.Ama onsuz da hayat düşünülemez.Çünkü her varlık,başkalarının koyduğu kurallara değil kendi istek ve eğilimlerine göre yaşamak ister.Varoluşun ve varlığı sürdürme isteğinin biricik nedenidir haz ilkesi...

Tom ise kurallara göre yaşamı temsil ediyor.Evin sadık bir hayvanı.İnsanların dünyasında kendine yer bulabilmek için arzu ve içgüdülerle(fareyle) mücadele etmek zorunda.Fakat Tom,Jerry'nin her şeyine engel olmaya çalışıyor.Ama Jerry akıllı.Onu alt edebilecek türlü türlü numaraları var.Bu çatışmayı her seferinde fare kazanıyor.Fakat öyle bir hal alıyor ki,roma arenasında ölümüne mücadele eden gladyatörler gibi giriyorlar birbirine.Ama neyse ki onlar birer karton karakter.Başlarına ne gelirse gelsin,hiç bir şey olmamış gibi eski hallerine dönebiliyorlar.Böyle olmak zorunda.Bunlardan biri ölürse,insanın da yaşamı sürdürme isteği sona erer.Bunlardan biri sakat kalırsa,bu her geçen gün artan mutsuzluğun,acının,kolayca çöküp bunamanın başlangıcı olacaktır.

Zaten her zaman mücadele de etmiyorlar.Bazen işbirliği yapıyorlar ve bazen ortak bir düşman ya da tehlikeye karşı dayanışma yapıyorlar.

Son olarak eklemek istediğim bir şey daha var..Jerry çoğu zaman bir tavuğun,babaç bir köpeğin ya da başka bir hayvanın,bazen de kendisini sempatik bulan bir insanın kanatlarına sığınıp orada kendini güvende hissediyor ve Tom'un hışmından kurtuluyor.Bu da haz ilkesinin ebeveynlerin sevgisi ve şevkati sayesinde güçlenip akıllandığını,kedi ile başa çıkabilecek bir kıvama geldiğini gösteriyor.Ebeveynleri tarafından sevgi,şevkat,anlayış ve alaka ile büyütülmenin insanın mutlu olma potansiyelini doğrudan etkilediğini gösteren bir simge olmalı bu da...

GÜCÜ ANLAMAK...



Çalıştığınız yerde,ya da devamlı takıldığınız ortamda,aslında kıl olduğunuz birisi tarafından durup dururken taciz edildiğiniz oldu mu?Soruya bak!...Hiç olmaz olur mu?Benim başımı ağrıtan bir iki kişi var..Sözüm ona resmi tavırlarla laf sokuşturmaya çalışıyor,caka satmaya çalışıyor.İlk zamanlarda pek arkadaşım olmadığı için samimi olmaya çalıştığım biri.Ama daha sonra şımarık ve şapşal yüzünü farkedince uzaklaştım ondan.Bir diğeri de resmen kıl olduğum biri.Sesini yükselterek,emredercesine konuşmaya başladı.Oysa önemli bir sıfatı ya da mevkii de yok.Aynı serviste de çalışmıyoruz.Bir kadın bu.Hoşlanmadığım itici bir kadın.Ama kendisinden hoşlanmıyorum diye onunla bir alıp veremediğim olduğu da sanılmasın.Ama rahatsızlık vermeye çalıştı bana son günlerde...

Bu tür davranışlar.ille de böyle antipatik bulduğum bir insandan gelecek diye bir kural yok.Bakarsın can ciğer sandığın biri de,tavırlarını değiştirir bir neden yokken, rahatsızlık vermeye çalışır.

Bunlar sözsüz iletişim türleri.Üstünde durmadığımız ama gündelik hayatta sık karşılaştığımız şeyler.Çenemi tutup önemsemeyebilirim.Fakat bu davranışların arkasında bir çeşit sınama,deney yapma istemi yok mu?Açıkçası beni tartıyor,zayıf noktamı bulmaya çalışıyor.Sessiz kaldıkça daha da ileri gidecek..Ne yapmak gerek?Durup durup sonra patlayıcı bir davranışta bulunmanın dışında yapılacak en doğru şey,aynı şekilde sınavdan geçirmek galiba onu.Bazı denemeler ve deneyler yapıp sabrını,direncini,tahammül gücünü ölçmek.Kendini savunmasız ya da çaresiz hissettiğini gösteren davranışlarda bulunursa,dozu biraz daha artırmak...

Böyle yapmak doğru mu?Acaba kim yapmıyor?Kim başkalarını bu şekilde ölçüp tartmıyor?Bunlar sözsüz iletişim biçimleri,hayvanların itişip kakışmalarına benziyor,ama şu da bir gerçek:Yazılı bir kültür olmamıza rağmen,konuşma ve ifade için binlerce anlatım biçimi geliştirmiş olmamıza rağmen,hayatımızın belki yarısı sözsüz iletişimlere dayanıyor.O nedenle bizi sınavdan geçirmelerini beklemeden elimizi çabuk tutup,herkesi tartmak lazım.Sınavınızda zayıflık gösterenlerle,panik yapanlarla,kendini çaresiz hissedenlerle boşuna vakit kaybetmeyelim.Fakat sağlam çıkarsa,o da sizi tartıyor sınavdan geçiriyorsa,hiç düşünmediğiniz tepkiler gösterip sizi şaşırtıyorsa,ona kıl olmaktan falan vazgeçin...O tam sizin ayarınızda biri...Onunla iletişim kurabilir,ondan keyif alabilirsiniz...Hatta onunla dostluk kurabilme ihtimali de büyüktür...

17 Ocak 2011 Pazartesi

19 OCAKTA NE OLMUŞTU?



4 yıldır adaleti, vicdani, hukuku arıyoruz.Bulamıyoruz.
4 yıldır yargıyı, hükümeti, meclisi arıyoruz.Bulamıyoruz.
4 yıldır, sokak ortasında arkadaşımızı katledenlerin
arkasındaki güçlerden söz ediyoruz, laf dinletemiyoruz.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi devleti mahküm etti, "ucuz atlattık" diye sevindiler.
İnsanlık hakkımızı kullandık, adalet istedik,çocuk dediler.
Çocuk gitsin, ağabeyleri gelsin dedik, umursamadılar.
Vatandaşlık hakkımızı kullandık, sorular sorduk, cevap vermek yerine dalga geçtiler.
Hrant Dinki aramızdan almalarının 4. yılında
bir kez daha omuz omuza vermek için,
ailesi, dostları ve bütün sevenleriyle birlikte
onu anmak icin 19 Ocak'ta, saat 3'te,
Hrant'ın vurulduğu yerde buluşuyoruz.
Bebekten katil yaratan karanlığa ışık tutmayanlar
o karanlığı istiyor demektir.
O karanlığı hep birlikte ortadan kaldıralım.
FAŞİZME GEÇİT YOK !

Emre Baturay ALTINOK

DÜNYANIN EN GÜZEL AŞKI



Aşkı, çiçekli bir bahçede bir oyun olmaktan ziyade,çiçek bahçesinde topraktan çıkıp büyüyen bir varlık olarak gören Gustav Klimt'in,alemin en güzel aşkı olan anne ve bebek arasındaki aşkın yanından, resim yapmadan geçmesi mümkün değildi elbette...

12 Ocak 2011 Çarşamba

İRAN NEYİN PEŞİNDE?..


Recm cezası verilen Sakine Aştiyani


İran halkı kadim bir halk,çok sıkı kültürleri var,ama zannederim şiilikten dolayı islami toplumlarda yüzyıllardır dışlanmanın verdiği hıncı bir çeşit fanatizme,aşırı dinciliğe,yobazlığa kanalize ederek telafi edeceklerini sanıyorlar.Nasıl İsrail devleti soykırıma uğramış olma travmasından bir kıyım makinası devlet yaratarak kurtulmaya çalışıyorsa,İran da zalimlerin gücünü kendine rehber edinerek mağduriyet sendromundan kurtulmaya çalışıyor.İslam devrimi dedikleri de dinci bir faşizm..Sünnilik gibi bir engel dururken,İran'ın islam aleminin liderliği hayalini kurmasının başka açıklaması olabilir mi?İran batıyı şeytan ilan edip şii- sünni yarılmasını unutturmaya çalışıyor.Dinsel yobazlığa meylederek yüzlerce yıl kendilerini hakir gören sünni müslümanların gözünde saygı uyandırmaya çalışıyor.Dinde devrim olur olmasına,ama ancak birey düzleminde olur diye düşünüyorum.Çünkü ölümlü hayatın gelip geçiciliğini kendine düstur edinmiş islamiyetin devlet zoruyla yeryüzü krallığı ilan etme gibi bir hedefi olamayacağını,böyle bir şeyin islamiyetin de özüne aykırı bir saçmalık olduğunu düşünüyorum.Mollaların yapmaya çalıştığı şey,dinsel buyrukları faşist bir zorbalığın aracı haline getirmek.iran'ın oynamaya çalıştığı bu şeytani oyun,müslümanların gözünden kaçmamalı.İran,bence şeytan ilan ettiği Amerika ve İsrail'den daha az şeytan değil..

HİZBULLAH BU ÜLKEDE NE YAPMAK İSTİYORDU?..




Flaş,flaş!...Ceza Muhakemeleri Kanununda yapılan değişiklikle Hizbullah'ın halen tutuklu yargılanan üst düzey örgüt yöneticileri serbest kaldı.Her gün karakola imza atması gereken bu üst düzey yöneticilerin firarda oldukları,İran'a yada Lübnan'a kaçtkları söyleniyor.Bir başka söylentiye bakılırsa CMK'da tutukluluk süreleri ile ilgili yapılan değişikliğin asıl nedeni,Hizbullah'ın yönetici kadrosunun serbest kalmasıymış.Devletin Pkk'ya karşı mücadelede yeniden Hizbullahtan yararlanmak istiyormuş.Örgütün alt düzey üyeleri pişmanlık yasasından zaten serbest kalmışlarmış,yöneticiler bu yasadan yararlanamadıkları için bu yasa değişikliği ile onların serbest kalması sağlanarak bu kanlı örgütü yeniden canlandıracakmış..

Bütün bunlar nedir?Boş söylentiler mi?Devletin böyle şeyler tezgahlama ihtimalinin olmadığına inananlar var mı?Ya Balyoz Darbe planı ile,devletin selameti için her yol mübahtır anlayışı ile hazırlanan akıl almaz planlar,AKP yandaşlarının uydurduğu hayal ürünü şeyler miydi?Ergenekon ve balyoz davalarında havada uçuşan belgelere karşı son derece kuşkuyla yaklaşanları bile,bunca söylentiden sonra Devletin komplo ve tezgahlar yapmayacağına inandırmak kolay değildir herhalde...Keza Devletin Hizbullahı kullandığı yalnız bir savcı iddianamesi değil,toplumda yaygınca paylaşılan bir kanaat.

Sözde müslüman Hizbullah,ya da diyelim DHKP-C gibi sözümona sol bir örgüt,bu ülke topraklarında yeni bir devlet kurmayı mı amaçlıyorlar sizce?..Kanaatimce onların gerçek amaçları,devleti yıkıp yenisini kurmak değil aslında.Asıl amaç,Bu devlet yıkılmadan bir devlet kurmak..Ya da devletin içinde devlet kurmak....Yani çevrelerine sempatizanlar,militanlar,topluyorlar.Finansman buluyorlar.Sonra başlıyorlar,tek iktidar kendileri imiş gibi kendi kanunlarını uygulamaya...Adam kaçırıyorlar,mahkeme kuruyorlar,ceza verip infaz etmeye başlıyorlar.Bu örgütlere giren bir daha çıkamıyor,çıkma affedilmiyor,düşman gördükleri kişilere en acımasız ceza ve işkenceleri reva görüyorlar.Hizbullah'ın arşivinden çıkanları hatırlayalım.Kameranın önünde kafası kesilen adamlar.Akla gelebilecek en eziyetli infaz,domuz bağı ile öldürme.Canlı canlı kurbanın üzerine beton atma.Yerin altındaki kuyularda aylarca tutulan adamlar.Tırnakları 30 cm'ye varmış esirlerin perişan halleri...Daha neler neler...Kendilerine ihanet edip örgütten çıkanlara da uygulanmış,ama daha çok PKK'lılara karşı girişilmiş canavarlıklar bunlar.Bütün bunları işittikten sonra,o derin devletin bunları bizzat planladığına da inanabilirsiniz,sessiz kalıp olup bitenleri bildiği halde bilmezden geldiğine de...Fakat dediğim gibi Devletin bunlarla ilişkisinin sadece hırsız polis ilişkisi olduğuna inanmak en zor şey...

Belki de asla bilemeyeceğiz,şu bizim devlet dediğimiz şeyin bu tür örgütlerle ilişkisinin gerçek niteliğini.Tarih kitaplarında okuduğumuz hemen herşey kuşkulu hale geliyor.Madem ki devletin kendi içinde ,kendi selameti ve bekası için her şeyi mübah gören bir anlayış var...Madem ki bu anlayış çok güçlü...O halde tarih kitaplarından öğrendiğimiz hiç bir şeyin doğruluğuna güvenemeyiz..Bize karşı neler planlandığını,hangi dümen ve tezgahlarla bu ülkenin"idare edildiğini" asla bilemeyiz.Açık ve şeffaf bir devlet hayalden ibaret belki de.İnsanlarda iktidarı isteme ve iktidarı reddetme eyilimlerinin eşit güçle bir arada durduğu güçlü bir uyanış mümkün olmadıkça...

11 Ocak 2011 Salı

SEMİH KAPLANOĞLU'NUN SÜT'Ü ÜZERİNE BİRKAÇ NOT...



Semih Kaplanoğlu hikaye mi anlatıyor filmlerinde?İlk bakışta bir hikayesinin olup olmadığı bile kuşkulu Süt'ün.İzleyince zihinde taşranın ölü sessizliğinin verdiği sıkıntı,yaşayıp yaşamadıkları bile belirsiz insanların sessiz ve ağır devinimlerinin yarattığı tortudan başka birşey yokmuş gibi görünüyor.Mesela bu fotoğraftaki sahnede bu bu ölü sessizliği izlenimi doruk noktasına çıkıyor.Ama sinema çevrelerinde artık Kaplanoğlu'nun sinemamızın en iyi öykü anlatıcılarından biri olduğu kabul ediliyor.

Simgesel anlatımla gerçekçi anlatımı,kurgu ile senaryoyu öyle iç içe geçirmiş ki,sanki bu öğeler öykünün "mütemmim cüzleri" olmuş.Filmin ilk sahnesinde bir kız,başaşağı asılmış bir ağaca,süt kaynatılıyor ve bir adam dualar okuyor..Sonra genç kızın ağzından küçük bir yılan çıkıyor onun bağırtıları eşliğinde..Filmin hikayesi bu işte:Bir şeytanın çıkıp ruhun azad olması,genç bir adamın özgürlüğe kavuşması..Dul ve güzel annenin sonunda bir erkekle beraber yaşamaya karar vermesi,genç Yusuf'un o canlı olup olmadığı belirsiz kasabayla olan tek bağlantısının da kopması.Annesinin bir erkekle birlikte yaşama kararının iyice belirginleşmesi sonrasında Yusuf'un kimsenin "bozuk" diye satın almadığı süt şişeleri ile dönerken,motosikletin üzerinde sara nöbetinin başlaması..Motosikletinden düşmesi,sütler dökülürken onun ağzından çıkıp boynuna doğru süzülen köpüklerin tıpkı filmin başındaki kızın ağzından çıkan yılana benzemesi..Sonrasında ayılıp kendine gelen Yusuf'un arınmış ve dünyaya yeni gelmiş hali...Bu film bizi anlatıyor.Bazılarının "hikaye yok" diye itham ettiği Semih Kaplanoğlu'nun "Yusuf" üçlemesi fazlası ile bize ait bir hikaye..

9 Ocak 2011 Pazar

KAVANOZ İÇİNDEKİ TURUNCU BALIK



Üç yaşındaki oğlum dün bir ara bayağı mutsuz hisediyordu kendini.Nedeni ise,her geçen gün ne kadar tuhaf olduğunu keşfettiğimiz kapı komşumuz,aynı yaşta oğlunu Bizimkiyle oynasın diye bırakması,yarım saat sonra da oğlumun bağırış çağırışlarına aldırmadan alıp götürmesiydi...Bu kadın gerçekten tuhaftı.Çocuğunu oynasınlar diye mi göndermişti yoksa hapishaneye ziyarete mi göndermişti,anlamakta güçlük çekiyorduk.Ana okulunda aynı sınıfta idiler,birbirlerini özlemiş olsalar da çocuklar kavga gürültü yapmadan ne güzel oynuyorlardı.Her zaman yaptığı şeyi yaptı,saatini milim şaşırmadan çocuğu aldı götürdü.Hep aynı şeyi yapıp oyunlarını bozuyordu.Bu kadarına da yeter artık edim,bağırdım çağırdım.Eşime"bir daha göndermesin" dedim.Her seferinde aynı şeyi yapıp çocuğu mutsuz etmesine artık katlanmamasını öğütledim.

Berk'in(oğlumun) mutsuzluğu geçsin diye çarşıya çıkardık onu.Yorgundu,uyuya kaldı.Akvaryum balıkçısına girdik.Bir kavanozla bir balık alırsak buna çok sevineceğini söylüyordu eşim."Alalım öyle ise" dedim.Yüzlerce küçük balığın arasından turuncu renkli olanını seçtik.Böyle bir kavanozun içinde balık beslemek zor değil.Ama orada mutlu olacacağına inanmıyorum bu küçük yaratığın.Yaşadığı yerin daracık olması sıkıntı yaratıyordur muhtemelen.Ama daha da kötüsü kendini güvende hissetmiyor.Gürültü,patırtı ve sarsıntılardan çok tedirgin olup panik yapıyor,saklanmaya çalışıyor.Bana henüz güvenmediği belli.Saklanmaya çalışıyor ben yaklaşınca.Bunun adı hayvan sevgisi mi?Niye onları esaret altıda tutuyoruz,doğalarına hiç de uygun olmayan yerlerde yaşamaya zorluyoruz öyleyse?Sevgi empati duygusu olmadan var olamıyorsa onların o daracık yerdeki sıkıntıları neden geçmiyor bize?Hiç değilse bir tane daha satın alayım,eşi olsun,o zaman kendini daha az yalnız hisseder diye düşünüyorum,ama bu şekilde bir varlığı daha esaret altına almış olmayacak mıyım?"Hayvanlar bizim gibi değildir,bizim kadar sıkılmazlar..." ya da "ben almasam başkası alacak"gibi düşünceler geçiyor kafamdan.Bahane çok nasıl olsa!...

Neden tabiatı yalnızca insan ve eşyalardan ibaretmiş gibi görüyoruz?Onların da bizim gibi varlıklar olduklarını,onların da sıkılıp mutsuz olduklarını,onların da esaret ve kölelikten bizim kadar nefret ettiklerini kabul etmek işimize gelmiyor olabilir..Ama daha derin bir nedeni de olabilir bunun..Biz farkında olmadan köleleşmişiz.Hayatın monotonluğunu,bizi köleleştiren kuralları,yaşam dünyalarımızın en öznel alanlarına kadar sızmış iktidar ilişkilerinin kastre edici gücünü kanıksamışız,bunları doğal saymaya başlamışız.Belki de bu nedenle hayvanların özgürlüklerinin ne denli önemli olduğunu tehayyül edemez olmuşuz.Sorun işte dönüp dolaşıp insan nedir noktasında düğümleniyor.

Hayvanlarla kurabileceğimiz en anlamlı ilişkinin,onları evcilleştirmekten değil,onları kendi doğal ortamlarına ait varlıklar olduklarını kabul etmekten geçtiğini anlayabilirsek,onları ancak kendi doğal ortamlarında sevebilmeyi başarabilirsek,kendi özgürlüğümüze ve doğamıza giden kilitleri açabiliriz belki.Bu da şimdilik,her şeyi ekonomik değerine göre işlevselleştiren bugünkü iktisadi ve toplumsal düzende pek öyle kolay görünmüyor...

8 Ocak 2011 Cumartesi

İRAN'DA FİLM ÇEKMESİ YASAKLANAN CAFER PANAHİ İÇİN..



Bunca yasak,baskı,kıyıma rağmen Humeyni sonrası İran'da çok sayıda büyük deha sinemacının çıkması neyi gösterir?Kanaatimce İran'da ya da başka bir yerde,Büyük deha sanatçılar yoktur aslında,büyük acılar vardır.Büyük sanat yapıtları,sessizce yaşanan dilsiz acıların billurlaşmış ifadelerinden başka bir şey değildir.

Sokak Eylemcileri



Bazen herşeyi yüzlerine gözlerine bulaştırır eylemciler.Bazen destan yazarlar.Özellikle ızdırabın kendini isyan ve kavga dışında hiç birşekilde dile getiremediği ve büyük insanlık sorunlarının büyük toplumsal devrimler dışında asla çözülemeyeğinin açık seçik görünmeye başladığı anlarda...

7 Ocak 2011 Cuma

Belgesel izlemek eskisi kadar keyifli değil



Artık belgesel izlemek eskisi kadar keyifli değil..Çünkü artık dünyayı yeni bulunmuş bir gezegen gibi keşfetmeye davet eden belgesellerin modası geçti,şimdiki trend dünyanın adım adım yok oluşu üzerine...Dünyamız elden giderken,günü kurtarma telaşındaki insanların davranış tarzında pek değişme olmadı.En son izlediğim belgesel,japonyada yunus popülasyonunun nasıl yok edildiğini konu edinmişti kendine.Gerçi bu belgeselde de,Japonlar hain,Amerikalılar da kahraman gibi gözüküyordu;ama yine de kamuoyunun bilmediği gerçekleri kör parmağım gözüne yöntemi ile gündeme getirmesi ilginçti.İnsanın canını sıkıyorlar,moral bozuyorlar ve kafamızı kuma gömmemizi istemiyorlar...Çünkü başka bir dünya yok...Hayvanlarla insanların mücadelesinin bu denli adaletsiz ve bu denli merhametsiz geçmesini kabul edemiyorum,türümden utanıyorum..Fakat yinede harekete geçip küçük çapta da olsa bir şeyler yapmaya mecalim yok;yaşadığımız dünya,kötülükleri olağanlaştırma ve umutsuz bir uyuşukluğa neden olmakta çok başarılı..Sahi bu dinlerin anlatmaya çalıştığı şey,neyin nesiydi?Adem niye kovulmuştu cennetten Havva ile birlikte?Hırs,güç ve iktidar konusunda ölçüyü aşırıya kaçırdığı için mi?Tek Tanrılı dinler Tanrının insanı yarattıktan sonra yaptığı hatayı anlayıp dünyayı sürgün yeri halne getirmesinin özeti sanki.Peki insanın dünyadaki en üstün yaratık olduğu teranesine hala inanan var mı?Öteki varlıklar,virüsler de dahil,kendi varoluşları üzerine genetik özelliklerini kurarken,bir taraftan da yaşam döngüsüne duydukları saygı nedeniyle aşırı güç istememişler de,bir tek insanoğlu güç ve iktidar olma konusunda sınır tanımamş sanki..Tanrıyı çok kızdırmış bu nedenle kovulmuş cennetten...Dinler insandaki orantısız gücün yıkıcı etkilerinden dünyayı korumak için,felsefelerini bu dünyayı reddetme fikri ekseninde kurmuşlar.Bu dünyadan vazgeçme karşlığında büyük bir ödül vadediyorlar:İnsan ve tabiat düzeninin mükemmel bir uyum içinde olduğu cenneti.Ancak Dinlerin artık insan ve doğanın dengesini koruma konusunda yapabilecekler fazla birşey yok.Çünkü doğanın yıkımına neden olan şey,tek tek insanlar değil,bizim şu övmeyi çok sevdiğimiz modern toplumun kurum ve örgütlenmeleri...

6 Ocak 2011 Perşembe

Yaşamına kendi isteği ile son vererek 2002 yılında aramızdan ayrılan Sevgili Dostum Zafer ekin Karabay için...



sesini tenime gizliyor bir karanlık, uyuyorum.
bulduğum ilk mitolojide kaybediyorum tanrıyı.
rüyalarımdan mahno'yu sorumlu tutup
paris'te veremden öldürüyorum gerçekleri.
babam ajans haberlerinde kendisinin ölümünü
dinliyor ve bana gelmeden önce eurydic'i
üçüncü kez kaybediyor orpheus

uyanıyorum, sevgilimin gözlerinde
ancak bir kadının çekebileceği kadar acı.
durgunluk ve sokaktaki susku. yüzüme elektrik
faturaları çarpıyor, kimlik kartım ve sınavlarım.
çatılarda kuşların her zamanki konukluğu.
ansızın dönüyorum odama, odamda uçları eprimiş
bir halı ve acıları genç werther'in
ZAFER EKİN KARABAY(1975-2002)

Genç werther'in acılarından bahsediyor şiirinde Zafer...Ama ben tanıyordum onu,biliyorum aşk acları değil bunlar;Onun asıl ilgisini çeken Werther'in intihar etmesi hikayenin sonunda...Şiirleri bu temanın etrafında dönüp dolaşıyor,bir kelebeğin ışığın etrafında dönüp durması gibi..Ölüm ile ışık benzetmesi çok yadırgatıcı,ama zafer ölümü ışığı sever gibi seviyordu.Bu şiirleri tekrar ederken ürperiyorum ve sanki yakında olacak şeyin farkına varmışım ve sanki uyaracağım onu böyle birşey olmaması için...Peki onun ölümde bulduğu ışıktan daha üstün neyimiz vardı?vardı aslında..Ona yetmeyecek kadar olsa da herkeste,onun ölümde bulduğundan daha değerli bir ışık vardı...Herkes bir parça götürseydi o ışıktan ,kurtulurdu belki...Ama bizim gibi kurtarılmayı bekleyenlerin ona kurtuluş götürmesi mümkün müydü?Ya eceliyle ölene kadar hayatta kalmayı başarabilmek bir kurtuluş mu?İşte Zafer bizi böyle karanlık suallerle baş başa bırakıp gitti...

Hıyar kim?



Uploaded with ImageShack.us

komik karikatürler,resimler ve videolar için KARAKETÖRCÜ'yü takip ediniz...

5 Ocak 2011 Çarşamba

Siyah beyaz "yutopya"



Linç kalabalığı renkleri sevmez; siyah ve beyazdan oluşan bir dünya hayal eder.Kendilerinin sütten çıkmış ak kaşık olmadıklarını bildikleri halde,inandıkları şeyin sütten çıkma ak kaşık olduğunu sanırlar.Öyle ki,bu inandıkları şeyin kanatları altında kendileri de yunup arınmaktadır sanki.Karşı taraf,rakipleri de simsitahtır elbette.En küçük bir vicdan sızısına bile neden olmayacak kadar siyah...Bu siyah ve beyazdan oluşan "ütopyada" gri renge yer yoktur.Bir şeyin ne siyah ne de beyaz değil,ancak gri olabileceğini kabul etselerdi,linç edecek bir tane bile varlık bulamazlardı...

Bilge Köyü katliamınının hükümlüsü cezaevinde ölü bulundu



Bilge Köyü katliamı hükümlüsü Süleyman Çelebi,Sincan Cezaevinde intihar etmiş.Bunun intihar olmadığını söyleyenler var..Ama büyük bir olasılıkla, hükmü infaz edilirken bunun önemli bir kısmını hücresinde tek başına tamamlayan katilin yaşadığı büyük açmaz ve içine düştüğü vicdan muhasebesi olmalıdır bu ölümün nedeni..Büyük günah işleyenlerin arınmak için başka çözüm bulamayıp canlarına kıydıkları Shakespeare'ın tragedya kahramanları gibi.Bir büyük olay da sessiz sedasız gelip geçti işte.Bu olayın bizim toplumumuzda büyük bir travmaya neden olması gerekirdi.Aralarında akrabalık bağı bulunan aynı aşiretten insanların birbirine karşı giriştikleri bu akıl almaz zalimlik, kadın çocuk demeden girişilen bu cinayete barbarlık deyip,vahşet deyip,geri kalmışlık deyip geçtik.Oysa bizi kendi gerçeklerimizle yüzleştirecek çok önemli bir hadiseydi bu...Asla yapmamamız gereken şeyi yaptık,olayın üstünden atlayıp unutmayı tercih ettik.Amerika'da ya da Avrupa'da vuku bulsaydı böyle bir olay,üzerinde yazılmadık,çizilmedik,söylenmedik şey kalmazdı ve asla unutulmazdı.Susmamızın nedeni bölge insanına,hadi lafı gevelemeyelim, kürtlere karşı nefretimiz olmasın?Hani utanmayıp "kürtler artık kendi kendilerine çeki düzen vermeli" diye olayı bütün kürtlerin üzerine yıkan köşe yazarlarının söylemlerini hatırlayalım bir."Hem birlik ve beraberliğimiz" üzerine edebiyat parçalayan,hem de suçu kürtlere yıkıp kendine pay çıkarmayan bu "yazarların" bu tavırları,toplum olarak iki yüzlülüğümüzün numunesi adeta.Madem Türklerin hiç bir sorumluluğu yoktu,madem ki olay hiç bir şekilde Türkiyenin batı tarafında yaşayıp Türk olarak adlandırılanlara maledilemezdi,o halde bu insanlar kendilerine başka bir devlet başka bir ülke istemelerine karşı çıkmak neyin nesiydi?Hani bu devlet onları gerilikten,aşiret ve töre baskısından kurtaracaktı?Hani onları koruyacak,himaye edecekti?

Bilge Köyü Katliamı da böylece geçip gitti.Sessizce...Kaynaşmış bütünleşmiş bir toplum olmamız için sunduğu fırsat tepilmiş olarak...

4 Ocak 2011 Salı

Bir Büyük Sanatçı olmanın bile ötesindeki Yılmaz Güney



Bir büyük sinemacı,hatta dünya çapında bir deha idi Yılmaz Güney..."Yol" gibi yalnız Türk değil dünya sinemasının da en önemli filmlerinden birine imza atmıştı.Ama Güney'de bir dehadan,bir üstün yetenekten de çok daha fazla bir şey vardı:O filmlerinde anlattığı törelerin,yoksulluğun,adaletsiz dünyanın kurbanı gerçek insanlar için canını verecek bir adamdı.(İnanmayan varsa Yeni Harman'ın son sayısında Tuncel Kurtiz'in anlattıklarını okusun!)Yaşalandıkça gerçekten hayran olduğum insan sayısı azalıyor.Yılmaz Güney ise tam tersi:İçimde büyüyor...

3 Ocak 2011 Pazartesi

Aşk ya da dostluk...



Dostluğu,arkadaşlığı hatta aşkı satranç oyunu olarak görenler,her zaman mat etmeye götüren teknikleri ve becerileri iyi bilseler de sonunda kaybetmeye mahkumdurlar..Her zaman üstün oldukları o konum insan ilişkilerinin doğasına aykırıdır çünkü.Bir süre sonra sıkıntı verecekler ve oyun arkadaşlarını kaybedeceklerdir.Bu türden ilişkiler masa tenisi oyununa benzer.Ne kadar üstün olsan da hamle hakkı karşı tarafa geçecektir çünkü.Marifet; rakibi topu masa dışına atmaya zorlamak değil topu masanın üzerinde tutmaktır.Yani partnerine pas vermektir...

Davutoğlu'nun villa kirası!...



Dışişleri Bakanı Davutoğlu için kiralanan villanın aylık ücretinin 39 bin lira olduğunun ortaya çıkması üzerine CHP milletvekili Sevigen, "Bu parayla İstanbul Boğazı'nda taksitle yalı alınır" demiş.Evet,Davutoğlu'nun oturduğu evin(pardon villanın)aylık kira bedeli 39 bin lira..Şuna düz hesap 40 bin diyelim.Hala liradan üç sıfır atılmasına alışamayanlar varsa eski hesaba göre 40 milyar...Dolar bazında yaklaşık 27.000 dolar...Davutoğlu Gül'ün Dışişleri konutunu hala boşaltmış olmaması nedeniyle kirada oturuyor,parasını devlet ödüyor.Bunlar değil miydi sahi ilk iktidara geldiklerinde milletvekili lojmanlarında oturmayı reddedip onları satışa çıkaranlar..Ama artık Bakanı ile Başbakanı ile köşe olmuş vaziyetteler.İktidarı,makamı,mevkiyi ve bu makam/mevkinin sağladığı nimetleri çok seviyorlar...Bal tutan parmağını yalar,tutamayan avucunu yalar!...Sade vatandaş ile aralarındaki mesafe açıldıkça demagoji sanatını daha da iyi icra etmek zorundalar.Artık öyle tuzu kuru olmaya başladılar ki,o sattıkları milletvekili lojmanlarını beğenip de oturmazlar bile.Bir araştırma yapılsa,Akp'li bakan ve milletvekillerinin iktidarları boyunca edindikleri servetin dökümü çıkarılsa AKP'nin bu ülkeye maliyeti anlaşılabilir mi?Elbette yalnız onları değil belediyelerini,kendi atadıkları bürokratları,önemli yandaşlarını da dahil etmek lazım...Merak ediyorum ortaya çıkan yekun Türkiye'nin GSMH'sının kaçta kaçına denk gelir?Halk AKP'nin kendilerine kaça malolduğunu kesin olarak bilebilse onları desteklemeye devam eder mi?Belki de devam eder...Şimdilik halkın gerçek çıkarlarını temsil edebilecek nitelikte bir siyasal oluşum henüz mevcut değil ne yazık ki...

2 Ocak 2011 Pazar

Mardin'de "Alternatif Yılbaşı!..."



Belediye tarafından düzenlenen dualı, sema gösterili alternatif yılbaşı kutlamasında konuşan AK Parti Mardin Milletvekili Gönül Bekin Şahkulubey, yılbaşı süslemesi yapan Mardinli esnafa sitem ederek, “Modernleşme adına özümüzü kaybediyoruz” demiş.Dualar okunmuş,semazenler sema dönmüş,tekbir getirilmiş,ilahiler okunmuş..

Neler olabilirdi "alternetif yılbaşında" diye üşenmedim,hayal kurdum...Ulan semazenlerin kafasında yaldızlı kukuletalar,ilahiler okuyanların başında noel baba takkesi mesela...Havai fişekler saat 12'yi vurunca "Allah Allah" nidalarıyla patlaması..Kara çarşafın içinde bir dansöz,kıpır kıpır göbek dansı yaparken sanki yarı çıplakmış gibi coşkulu serzenişler..Birden bire kara çarşafın çıkıvermesi..İçinden orta dişleri dökülmüş bitişik,kara kaşlı bir herifin çıkması...Yılışık yılışık gülmesi..Küfürler ve bağırmalar eşliğinde bu herif kovalanırken,yılbaşı sunumunu yapan belediye başkanının ahaliyi edep ve sükunete davet etmesi..Aklıma neler geldi neler.Tam da ellerine düşsem,bu fikirlerim nedeniyle o alternetif yılbaşını yapanların beni linç edebilecekleri şeyler..Bugün bana uçuk kaçık bir hayal gibi görünen bu şeyler,belki de bir gün gerçek olur...Biz göremesek de olur.Ama en iyisi Mardin'e falan gitmeyeyim ben.Olur a bu yazıyı biri okumuştur ve bakarsın tanıyıvereceği tutr orada...Neme lazım ya?...

KATİLLER ARAMIZDA!...



Bir adam,Bigöl'ün Seruh ilçesinde 5 yıl önce çıkan bir kavgada 5 kişiyi öldürüp 13 kişiyi yaralamış.Yeni yılda yürürlüğe girecek olan Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) 102'nci maddesine göre tahliye edilecekmiş.Tahliye nedeni yeni ceza muhakemesi yasasına göre,bir zanlı hakkında 3 yıldan fazla tutukluluk tedbiri uygulanamaması.Eski CMK'nın yıllarca ceza çeker gibi süren tutukluluk süresi başlı başına bir adaletsizlikti.Ancak şimdiki yasa bu haliyle daha da büyük bir haksızlık ve adaletsizliğe neden olacak nitelikte.Bir düşünelim;yıllardır cezaevinde tutuklu olan 57.000 üzerinde zanlı var ve bunlar yeni yasanın yürürlüğe girmesiyle serbest kalacaklar.Türkiye'de bu uygulamanın haksızlığa neden olacağı herkesin malumu;çünkü biliyoruz ki,bir çok dava,on yıldan fazla sürebiliyor.Bu yeni yasa ile bu sürecin kısaltılacağını,hakimlerin 3 yıl dolmadan önce süren ağır cezalık davaları canlarını dişlerine takıp sonuçlandırmayacaklarını biliyoruz.Çünkü yargılama süreci çok hantal işliyor;üstelik Adliye personelinin yetersizliği nedeniyle mevcut iş yükü kaldırılamamakta.Öyle ise bundan böyle bu davalar fiili imkansızlıklar nedeniyle 3 yıldan önce karara bağlanamazsa bile insanları bunun arkasında bir şaibe olmadığına inandırmak mümkün olmayacak..Demek ki alt yapısı oluşturulmamış bir hukuk reformu,beklendiğinin aksine adaletsizliğin başlıca nedeni haline gelebilir.Nereye gidiyoruz?Zaten Türkiye'de yargı yeterince şaibe altındaydı;toplum yargıya tümden güvenini yitirip,bireysel çözümlere mi yönelecek..Bu iktidar,bir şeyler çözecekmiş gibi yapıp her şeyi eline yüzüne bulaştırıyor.